Büyük Sorular - 17 Şubat 2019 (Din sanata nasıl bakıyor?)

  Рет қаралды 24,745

Habertürk TV

Habertürk TV

5 жыл бұрын

Haberturk TV KZfaq Kanalına Abone Ol ➤ hbr.tk/QNhqSs
Yaşam, din, tarih, felsefe... Geçmişten bugüne insana dair büyük sorular bu programda konuşuluyor.
Veyis Ateş her hafta Büyük Sorular’da toplumu ilgilendiren meseleleri tartışmaya açıyor.
Tasavvuf ve İslam… Nerelerde örtüşüyor, nerelerde ayrışıyor?
Din sanata nasıl bakıyor, sanat icra etmek dine aykırı mı?
Modern hayat dini yaşamaya engel mi yoksa yardımcı mı?
Veyis Ateş soruyor, sanatçı ve Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü Öğretim Üyesi Ahmet Özhan Büyük Sorular’da yanıtlıyor.
➤ / haberturktv
➤ www.haberturk.com/tv
➤ / haberturktv
➤ / haberturktv
➤ / haberturktv
#Habertürk
#Haber
#Gündem

Пікірлер: 61
@huseyinesen6800
@huseyinesen6800 5 жыл бұрын
Hani diyor ya şems hazretleri Mevlana’ya sana herkesin içinde söyleyeceğim kimse anlamayacak bir tek sen anlayacaksın diye Ahmet abiyi tanımazdım Tanıdım mutlu oldum demek ki hala dünyayı unutabilen gerçek anlamdan benlik den uzak duran nefsi mütmain olmuş insanlar varmış inşallah yüzyüze de görüşmek nasip olur..
@cemilbaspnar3927
@cemilbaspnar3927 5 жыл бұрын
Maşallah..Ahmet abim içimizdeki birlemeyi dışa vurmussun..rabbim hakikati senin dilinden de soylettiriyor...
@ccoollppaann
@ccoollppaann 5 жыл бұрын
Veyis bey soruyu sorarken ileri sarıp son cümlesini dinliyorum. Yoksa zaman mekan algım bozuluyor.
@necmettinozcan8519
@necmettinozcan8519 5 жыл бұрын
Aşk, Hicaptır! − Aşkın zâhirine ârif olursan, aşktan fenâ bulmalısın! Zira, aşk HİCAPTIR! Âşık ile mâşuk arasındaki hicap! Zâhirde kullanılan anlamı ile “aşk” kavramının bir “ikilik” görüşü dolayısıyla mevcut olduğunu ve böylece de aşkın sevenle sevilen arasında bir hicap oluşturduğunu çok bariz bir biçimde vurguluyor bu beyan! Daha açık şekliyle; Mekân ya da boyut kavramıyla ÖTEDE veya ÖTENDE bir “O” düşünüyorsun, vehmediyorsun, yani var kabul ediyorsun; bunun neticesi olarak da, O’na ermek, O’nu bulmak, O’nu yaşamak arzusuyla yanıp tutuşuyorsun!.. İşte bu şekilde yanıp tutuşman, O’nu sevmen ve arzulaman, O’na âşık olman demektir. Bu aşkın temelinde de O’ndan ayrı bir “Ben” var zannı yatmaktadır! “…ZANNIN ÇOĞUNDAN (doğruluğundan emin olmadığınız konuda fikir yürütmekten) KAÇININ! MUHAKKAK Kİ BAZI ZANLAR SUÇTUR (şirk veya şirke yola açar)!..” (49.Hucurat: 12) Âyetinin işaret ettiği zan acaba bu olmasın!!? Öyle ise, ÖTENDE bir “O” var ve “sen” de O’na ulaşacaksın zannından doğan aşk, gerçekte seninle “O” arasında en büyük perdelerden biridir! Ne zaman ki, bu aşk seni öylesine O’nunla meşgûl eder; ve nihayet O’nda “yok” eder yani gerçekte var olmadığını anlarsın; işte o zaman perde kalkmış olur! “Kaldır beni aradan, ortaya çıksın Yaradan!” diye kısaca özetlenen bu ifade, aşkın kökeni olan “ben”in ortadan kaldırılması mecburiyetine işaret etmektedir. AŞK’ın bâkî kalması demek; varlıkların yok olmasına bağlıdır, demek değildir! Varlıkların “yok” olduğunun anlaşılması, demektir. Allâh’ın gelecekte veya bir varlığın yok olmasından sonra Bâkî olacağını zannetmek, çok kalın bir biçimde perdeli olmaktan doğar! Allâh Bâkî’dir ve onunla berabar fâni varlıklar da mevcuttur sanmak, “Bâkî” kelimesinin mânâsını bilmemektir. Allâh daimî olarak Bâkî’dir ve onunla beraber ikinci bir varlık da mevcut değildir. Bu sebeple, O’nun yanında yok olacak varlıklar yoktur; kendilerinin “yok” olup Allâh’la Bâkî olduklarını fark edecek tecelliler söz konusudur. Seven, “yok”luğunu idrak edip, sevilende yok olduğunda; Bâkî kalan Allâh’tır!
@necmettinozcan8519
@necmettinozcan8519 5 жыл бұрын
41:15 dak Aşk Rabbim Teâlâ’yı gördüm ve sordum; − Yâ Rabbi… “Aşk”ın mânâsı nedir? − Âşık ol bana! Âşık benim, aşk benim! Kalbini benden gayrından çevir ve fariğ kıl! Ahmed Rufaî, Abdülkâdir Geylânî, Fahreddin Irakî, Mevlâna Celâleddin gibi birçok zevâtı kirâm Allâh’tan, “Aşk” ismiyle söz etmişlerdir çeşitli zamanlarda... “AŞK benim”; sevilecek, öylesine sevilecek ki, uğruna her şeyden vazgeçilecek; öylesine ki, benliğinden bile vazgeçilmek suretiyle O’nda yok olunacak varlıktır “AŞK”! Aşk, O olduğu gibi; âşık da O’dur. Çünkü O’nun dışında vücudu olan bir varlık yoktur! Ve dahi mâşuk, yine kendisidir! Sevgi, sevdiğin, seven hep O’dur! Kim, ne zaman, nerede, neyi severse sevsin; sevdiğinin ismi ne olursa olsun, gerçekte sevilen hep O’dur! “Murat etti ki, kendisinden gayrı sevilmeye; sonra zâhir oldu sevilenler sûretinde; sonra da baktı ki kendisinden gayrı mevcut değil, bu defa hep seven ol kendi oldu!” cümleleri işte bu durumu açıklar. İyi bilelim sevgi nedir; hangi isim altında olursa olsun sevilenler kimdir; sevgiyi oluşturan cazibe nedir, kimdendir, kime aittir; ve nihayet seven kimdir? “Bildik ki âlemde her ne var, hep AŞK imiş” beytinde işte bu sırra işaret edilmektedir.
@filizaslan6332
@filizaslan6332 5 жыл бұрын
Veysi bey Ahmet beyi yine yine tekrar tekrar bekliyoruz...🤲🏻
@nursendemirdoven8669
@nursendemirdoven8669 3 жыл бұрын
Bu program için allah razi olsun amin
@yasargokgoz8210
@yasargokgoz8210 5 жыл бұрын
Ağzına gönlüne sağlık Ahmet abi
@nursendemirdoven8669
@nursendemirdoven8669 3 жыл бұрын
Slm evet tek kelime ile ask mutlu eder kalbimizi hamdolsun yüce rabbimize
@necmettinozcan8519
@necmettinozcan8519 5 жыл бұрын
ZAMAN 1.Bölüm Yaratılmış, yani sonradan olmuş mahlûklar için geçerli olan bir kavram... Olayların birbiri ardınca sıralanması Bizim “vehim” yollu var kabûllendiğimiz bir ölçü... Kendi iç dünyamızda yaşadığımız kavram... Bilinç boyutunda biten kavram... EVRENSEL TEK "AN"DA BİRBİRİ ARDINCA SIRALANAN OLAYLAR Gerçekte, zamanın ve mekânın olmadığı bir âlemin içinde yaşamaktayız da, bunun bilincinde değiliz!. Ve belki de şartlanmalarımız o kadar ağır basmakta ki; idrakımızın önünde olan bu gerçeği gene yapımız ve şartlanmalarımız sebebiyle inkâra kalkışmaktayız. Evrensel boyutlarda meseleye bakarsak sürekli bir oluşum ve dönüşüm sözkonusudur. Bu oluşum ve dönüşüm sırasında insan algılama araçlarına nisbetle, o günün cehli içinde bir aydınlık devreyi bir karanlığın takip etmesini bir gün olarak kabullenmiş ve bunu da o günkü anlayış içinde güneşin doğup batmasına bağlamıştır Düz tepsi gibi bir dünya ve bir yandan doğup bir yandan batan, sonra dünyanın altından dolaşıp yine öbür taraftan yükselen güneşe bağlı olarak oluşan bir gün!. Sonra bir başka grup çıkmış ve ayın doğup kayboluşu esasına nisbetle 28 günlük ayları ve bunun 12 defa tekrarlanmasından ibaret olan yılı kabullenmiş. Bir başka topluluk Güneşin dönümü esasına dayanarak 360 günlük seneyi ve 12'ye bölümü olan ayları kabûl etmiş. Ve böylece dünya üzerinde yaşayan bedenlerin çevrelerinde dönen ay ve güneşe izafetle kabûllendikleri zaman birimleri oluşmuş. Oysa bilimsel açıdan ya da felsefî açıdan ve hatta dinin tefekkür yanı olan tasavvuf açısından meseleye bakılırsa, tek bir varlık ve nesne olan âlem yönünden zaman parçalarından sözetmek mümkün değildir. Her nesneye göre, ya o nesnenin yapısı bakımından izafi zamanlar sözkonusudur, ya da evrensel tek bir an sözkonusudur. Bu açıdan da devam edilince, zaman denilen şeyin olayların birbiri ardınca sıralanması olduğu ortaya çıkar. AKLIMIZI ESİR ALIR... DÜŞÜNCELERİMİZİ KİLİTLER! Öz`ündeki - "sır"rındaki hakikatı, Kurân'ı anlayabilmen için, ancak ve Fena işgalci!. Kötü yerleşmiş dünyamıza!. Aklımızı esir almış; düşüncelerimizi kilitlemiş; fikrimizi istediği gibi yönetiyor… Zaman!. Biz ölümlüler, düşünce sistemimizin efendisi etmişiz onu!… Onsuz düşünmesini bile beceremiyoruz!. Onsuzluğu, hayâl bile edemiyoruz!. En fazla yapabildiğimiz, lâkırdısını tekrarlamak… “Zaman izâfidir, gerçekte yoktur”; falan gibilerinden!…Tıpkı gri papağanlar gibi!. Falanca yaştayım… Filanca zamanda… Ne zaman?… !!! Et-kemikle yaşayıp, etle düşünenden, ne kadar bekleyebilirsiniz ki etin olmadığı boyuta ait gerçekleri ve kavramları? Et alanlar… Et satanlar… Eti etle tartanlar! Etle yatıp, etle kalkan; et peşinde koşanlar! “İnsan”ı, et sanan; et için yaşayanlar! “İnsan”a, etiyle değer biçip; “zaman”la kayıt altına sokanlar!. “Yok”un, yokken, varsaydığı; aslı “yok” olan yaşam kriteri!. Biz ise, hâlâ soruyoruz; “eee ne zaman”? SEN DÜŞÜNDÜĞÜN İÇİN ZAMAN VARDIR VE İÇİNDE BULUNDUĞUN HÂLE GÖRE ÖLÇÜLENİR Sen düşündüğün için zaman vardır ve içinde bulunduğun hâle göre de ölçülenir! Zaman kişiye göredir.. “Zamanımız” diyoruz.. Kimimiz 30, kimimiz 40, kimimiz 50, kimimiz daha fazla yaşlarda!. Buradaki zamandan bahsediyorum. Bu bahsettiğim zamanın ölüm ötesi yaşamda hiçbir değer ifade etmediğini, orada geçireceğimiz zamana göre burada geçireceğimiz 50-60-70 senenin üç beş saniyelik değeri olduğunu bildiğiniz gibi, daha evvel anlattım ve yazdım. Orada öyle bir zaman boyutuna giriyoruz ki, oranın gününe göre burası minik sâliseler! Oraya geçince, “Dünyada bir saniye kadar mı yaşadık?.” diyeceğiz. Oraya gidip de, oranın zaman boyutu ile karşı karşıya kaldığımız vakit işte böyle diyeceğiz.. Zaman kavramı izâfi bir kavram. Yani zaman, bazılarına göre daralır bazılarına göre yayılır, genişler. Gece, hiç rüya görmemiş bir adama göre; Gece yatıp sabah kalkan yaklaşık 8 -10 saat uyuyan bir adama göre, gece 1 saat mi, 5 saat mi, 10 saat mi?. Bu husus meçhuldür. Ancak, şu da bir gerçek ki; Gecenin yarısında dişi ağrıyan, zonklayan bir adama göre 5 dakika süren diş ağrısı, bir asır gibi gelir. Bunun bir başka örneği benim başımdan geçti.. Araba ile trafik kazası geçirip üç takla attığım zaman direksiyonun başında oturuyordum. Araba son derece yavaş bir şekilde, ağır ağır dönüyordu, bana göre!. Ama, dışarıdan bakanlara göre araba 120 km. hızla, bir anda üç takla attı, diye târif edilecektir. Dışarıdakine göre olay bir anda olup bitti. Ama, bana göre o an öyle bir genişledi, yayıldı ki, son derece ağır bir biçimde ben o olayı yaşadım. Bir başka örnek daha vereyim. Saniyeli olan saatlere bir bakın gözümüzle bir anlık saate döndürüp baktığınız anda sanki orada saniye takılmış gibi görürsünüz. Sonra saniye hareket edip hızla dönmeye başlar olur. "MEKÂN" KAVRAMI GİBİ, ZAMAN KAVRAMI DA GÖRESELDİR; İZÂFİDİR Zaman boyutu izâfi, göresel! Zaman boyutu izâfi, göresel, mutlak gerçek değil olduğu gibi; mekân kavramı da öyle!. ZAMANIN UZAMASI ALGISI (Soru: Üstadım, “kıyâmet yaklaşırken güneş batıdan doğacak ve gündüzler çok uzun olacak “açıklamasını, Dünya’nın dönüşünün yavaşlaması ve zamanla durarak tersine dönmesi gibi algılayabilir miyiz.?..) Hayır... Bu sembolik anlatımdır... Dünya, milisaniye yavaşlasa üzerinde ayakta nesne kalmaz fizik olarak!. Gündüzlerin uzamasını ise, gelişen olayların, zamanı bize, “geçmek bilmez” olarak algılatacağı şeklinde düşünebiliriz belki...
@necmettinozcan8519
@necmettinozcan8519 5 жыл бұрын
Neden İslâm? 1.Bölüm “İslâm” nedir? “İslâm” kelimesi, kullanım alanı olarak iki mânâdan kaynaklanıyor; 1. Selâmete çıkma, selâmete erme anlamına… 2. Teslim olmak anlamına... İslâm’ı anlamak için, öncelikle “Hz. Muhammed Neyi OKUDU?” isimli kitabımızda anlattığımız bir biçimde “İkra”-“Oku” diye başlayan, ilk âyetlerin mânâsını anlamak gerek. Bundan sonradır ki, İslâm’ın ne olduğunu anlamak daha kolay olur. Niçin İslâm? “İslâm”; selâmet bulma, selâmete erme, “Selâm” isminin mânâsının sizde açığa çıkması anlamında! “Allâh”ın “Selâm” isminin mânâsı ortaya çıktığı zaman kişi, bir kısım ilâhî isimlerin mânâsıyla tahakkuk etmek suretiyle, “cennet yaşamı” dediğimiz yaşama geçer. “KESİNLİKLE ALLÂH İNDÎNDE DİN İSLÂM’DIR...” (3.Âl-u İmran: 19) Diyor Kur’ân!.. “KESİNLİKLE ALLÂH İNDÎNDE DİN İSLÂM’DIR.” (3:19) Din, “ALLÂH HÜKÜMLERİ bütünü”dür; “ALLÂH DÜZENİ”dir; "ALLÂH SİSTEMİ”dir! Buradaki “ilâhî sistem” ve “ilâhî düzen” kavramlarını yanlış anlamayalım!.. Beşerî düzenlerle, sosyal-siyasî düzenlerle, siyasî rejimlerle buradaki düzen kelimesini karıştırmayalım. “ALLÂH SİSTEMİ” dediğimiz zaman, olayı kelime şekliyle, şeriat yönüyle de ele almayalım! Bu öyle bir düzendir ki, Kur’ân bize bu sistemin HER AN, her zerrede yürürlükte olduğunu birçok yerinde vurguluyor. “...VE LEN TECİDE Lİ SÜNNETİLLÂHİ TEBDİYLA” “...SÜNNETULLÂH’TA (Allâh’ın yaratış sisteminde) ASLA DEĞİŞME BULAMAZSIN!” (48.Feth: 23) Âyeti, bu genel düzeni ve sistemi anlatıyor. Yani ister nebat, ister hayvan, ister insan, ister melek, ister cin olsun, tüm varlıklar bu genel sistem içinde kendi varoluş gayelerine uygun olarak görevlerini meydana getirmektedirler! “KESİNLİKLE ALLÂH İNDÎNDE DİN İSLÂM’DIR!” Âyetinde de işaret edilen mânâ, tüm varlıkların bu “doğal ve zorunlu teslimiyeti”dir... Yani bir diğer ifadesiyle; Evren tüm içindekileriyle ALLÂH’a teslim hâldedir!.. KESİNLİKLE TÜM VARLIKLAR ALLÂH’A TESLİMDİR; Kİ BU, GERÇEK DİNDİR! Var olan hiçbir varlık, hakikati itibarıyla, esası itibarıyla Allâh’a isyan edemez, âsi olamaz. İblis’in Allâh’a isyanı dahi, ezelî görevi ve varoluş programının sonucudur!.. Çünkü varoluş mertebelerinde, birçok varlıkların, kendi görevlerini yapmaları veya imtihana tâbi tutulmaları, cinler aracılığıyla olacaktır. Eğer İblis’in o isyan dediğimiz hâli olmasa, ne Âdem cennet yaşamından ayrı düşer; ne insanlar madde bedenin getirdiği sıkıntı ve zorluklara düşer; ne de insanların geçmişteki cennet hâlinden çok daha ileri boyutlarda olan özlerindeki ilâhî gücü ortaya çıkarma çalışmaları var olurdu!.. Çünkü, zaten Âdem, cennet yaşamı içinde iken bugün hedeflediğimiz, istediğimiz şeylerin bir kısmına sahipti... Yani, o bir kısım ilâhî güçlerle tahakkuk ediyordu! Cennette herkesin her istediği olacaktır! Âdem’in de cennette hemen her istediği oluyordu! Ancak şu farkla ki... Âdem (aleyhisselâm) yeryüzünde yaratılmıştı!.. “Rabbin meleklere: ‘Ben arzda (bedende) bir halife (Esmâ mertebesinin farkındalığıyla yaşayan şuur sahibi) meydana getireceğim’ dedi…” (2.Bakara: 30)âyeti de, Onun yeryüzünde varoluşunun apaçık ispatıdır! Bizler gibi bir madde bedeni mevcuttu!.. Bu sebeple de bulunduğu yere “yeryüzü cenneti” denmekteydi! Ancak yeryüzünde yaşamasına rağmen, bizim bugün elde edemediğimiz ilâhî kuvvelerle, pek çok isteklerini gerçekleştirebiliyordu... Çünkü kendisindeki ilâhî güçlerin açığa çıkmasını engelleyen “VEHİM” duygusu oluşmamıştı! VEHİM duygusu insanda mevcut bulunan en büyük şerr güçtür! Var olmayan ya da var olması mümkün olmayan şeyleri imkân dâhilinde göstererek bilinci âdeta esir eder! Tüm korkuların, endişelerin, sıkıntıların kökeninde vehim yatar! “Negatif varsayım” diye günümüz diline çevirebileceğimiz bu deyimin insan yaşamındaki yeri, hiç kimsenin tahmin edemeyeceği kadar büyüktür! Eğer kişi VEHİM duygusunu kontrol altına alabilirse, yaşamı âdeta cennet yaşamına döner... Buna karşılık insan, vehminin esiri olursa, yaşamı artık bir cehennemdir! Var olmayanı varsandıran; var olanı da görmezlikten getiren kuvvettir “VEHİM”! İnsan, VEHİM hükmü altına girmemiş bir akılla herhangi bir şey düşünüp, o şeyi yapmaya karar verirse; ve bu hususta da azîmli olursa, normal şartlara göre imkânsız olan o şeyi mümkün hâle getirebilir! Ve sanki bir madde bedeni yokmuşcasına özgür bir yaşam sürebilir... Sanki cennetteymişcesine!.. İşte yeryüzünde yaratılmış olan Âdem (aleyhisselâm) da, VEHİM duygusunu tatmadan yaşadığı için, bulunduğu ortam “yeryüzü cenneti” olarak tanımlanıyordu... Şu gördüğümüz, içinde yaşadığımız nizam, gerçeği itibarıyla, ilâhî hükmün aşikâre çıktığı bir nizam ve düzendir. Kâinatın ve evren içindeki her birim... Dikkat edin, burada “birim” kelimesi özellikle üzerinde durulması gereken bir kelimedir; zira insan, melek, cin, hayvan, nebat hep “birim” kelimesinin içine girer... Evet, her birim, gerçek mânâsıyla ALLÂH’a kulluk hâlindedir. İnsanlar ve cinler için zaten bu, Kurân’da çok açık ve seçik vurgulanmıştır. Ben cini ve insi yalnızca (Esmâ özelliklerimi açığa çıkarmak suretiyle) kulluk etmeleri için yarattım! (51.Zâriyat: 56) Allâh’ın bir gaye için yarattığının, o gayeye hizmet vermemesi mümkün değildir!.. Muhaldir! Dikkat ediniz, buradaki âyette hiçbir sınırlama yoktur!.. “Müminleri kulluk etsinler diye yarattım” demiyor!.. “Sadece insanları...” da demiyor!.. “Cinleri...” diyor. “Cinleri...” dediği zaman, “şeytan ve İblis” tavsifleriyle anlatılan tüm cinler dahi bunun içine giriyor! Melekler,zaten mutlak kulluk hâlinde!.. Bütün melekler doğal olarak ALLÂH hükümlerinin gereğini uyguluyor, yerine getiriyor... Onlar için zaten tartışma yok. “İnsanlar ve cinler” için, acaba kulluğu yerine getiriyor mu getirmiyor mu tartışması var! Hâlbuki bu tartışma da abes!
@necmettinozcan8519
@necmettinozcan8519 5 жыл бұрын
127:45 dak "VECHULLAH" "Allah'ın Vechi" "Allah'ın yüzü" "İlâhi İsimler mertebesi" "Kudret ve kuvvet sıfatı"nın açığa çıkışı "Allah'ın isimleri"nin("İlâhi isimler"in) mânâları... Allah'ta mevcut bulunan mânâları müşahede... "Bilinç gözü"yle görülen "mânêvi vücud" Esmâ-ül Hüsnâ'da bildirilen isimler veya bunun dışında, ismi o listede, o sıralamada sayılmamış olan isimler kuvveden fiile çıktığı anda aldığı isim... "VECH" Yüz Hakikat Müşahede Şuur Holografik gerçeklik temelinde, hakikatindeki esmâ mertebesi noktan... İç Dünyan... "Allah'ın yüzü"(İlâhi İsimler mertebesi) "Bâki Vech"("Bilinç gözü"yle(Kalp gözüyle) görülen mânevi vücud...) Vech, "Bilinç gözü"yle görülen "mânêvi vücud"dur! "Allah İsimleri", kuvveden fiile çıktığı anda, "Vechullah"-"Allah'ın yüzü" adıyla anılır. "Allah'ın Vechi", "Kudret ve kuvvet sıfatı"nın açığa çıkışıdır... Bâkî olan, "Allah'ın vechi"dir! (Dün-bugün-yarın var olan ve var olmakta devam edecek olan, "Bâkî Vech" tir!) Herkesin O'na dönen bir vechi vardır. Hangi düşünceden(Nereden) çıkarsan çık, müşaheden(Vechini-yüzünü)çokluğun gerçekte yokluğunun yaşandığı secde edilen mahale (“Mescid-i Haram”a) döndür! (Her an-her yerde) ne yana dönersen Vechullah("Allah'ın Vechi") karşındadır!(Allah Esmâ'sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın-"Nerede olursanız olun , O sizinledir!.") ["Vech"in->Şuurun-"Yüz"ün-"Hakikat"in-Müşaheden-Holografik gerçeklik temelinde, hakikatindeki esmâ mertebesi noktan. "Bâki olan Vech"->"Semânın ve Arz'ın Fâtırı olan Vech"] Vechini (şuurunu) Hanîf olarak (tanrıya tapınmaksızın, Allah'a şirk koşmaksızın) o Tek Din'e yönelt! "Vechinin Hakk’ı müşahede âleminde hâlden hâle girdiğini(semâda takallüb ettiğini)görmekteyiz." "Vechullah"ı görmek("Allah'ı görmek-Allah İlmiyle mücehhez olmak-Basiretle görmek-Rü'yet") Allah'ı Zâtı itibariyle göremezsiniz! (Ancak O’nun ilmini, O’nun nurlarını hissedebilirsiniz içinizde!.) Ancak Allah Kendisi, kendisini görür! "Allah'ın yüzü"(Vechullah-"Bilinç gözü"yle görülen "Mânevi Vücud", şuur gözüyle ("Kalb gözü"yle) görülür. Allah'ı görme, görme fiili değil; bir idrâk-bir ilimdir. Basiretinle(İlim ile) baktığında, varlık "Tek bir bütün"dür... "Allah'ın yüzleri"ni değil.... "Allah'ın yüzü"nü!("Vecihlerini" değil; "Tek Vechi" görürsün!) "Nefslerinizde! Hâlâ(Fark etmiyor) görmüyor musunuz? "Kim ki, ilimden sonra hâlâ rü'yet isterse(Kişi gerçekten madde veya şekil olarak görülecek bir Rabbi olduğunu zannetmekte ise, o kişi farkında olmadan hayâlinde var olan bir tanrı mevhumuna tapmaktadır. Allah bu tür zanlardan münezehtir!)o, perdelilerdendir. Gözler, O'nu idrâk edemez... Fakat O, görüşleri idrâktadır! O ismin, o resmin, o rengin, o dilin, o dinin, o ırkın ardındaki varlık, Allah’a ait varlıktır. Allah'ın vechi, Cennette görülür! Vechini gören de Cennet ehlidir! Kim vechinin(Hakikatinin) Allah(esmâsının açığa çıkışı) için olduğunu hissederse, onun için ne korku vardır ne de hüzün verecek bir şey! Onun mükâfatı Rabbindendir (hakikatindendir). Allah'ın vechini görmek istiyorsan, "Allah!" de... Ötesini bırak! Musa aleyhisselâmın vârisleri "Göremezsin!" hükmünden yetiştirirken, Hz.Muhammed'in vârisleri "Hâlâ göremiyor musunuz?" diyerek "Görme" esası üzere yetiştirir! Allah'ı gören kişinin özellikleri... "Görmediğim Allah'a ibadet etmem! "Vech"teki secde eseri (İman edenlere hitap)"Siz vechullah için (vechullahı bildiğiniz veya gördüğünüz için) bağışlarsınız." "Vech"in perdesi "Vech"in perdesi, "İsim"dir! "Vech"in("Yüz"ün-şuurun) gecenin karanlığına bürünmesi[Şuuru bürüyen (Bencillik-hakikatlerinden ayrı düşmenin getirisi olan) zillet-Allah'ın, yaptıklarının sonucunu yaşatmasından koruyacak (hiçbir kuvveleri) olmamak] Allah'ı rüyada görmek...
@maximoozzi
@maximoozzi 5 жыл бұрын
programın sonunda veyis beyin surat ifadesine dikkat edin billenler buldular bulanlar oldular . allah senden razı olsun ahmet özhan . (kakafoni) :)
@necmettinozcan8519
@necmettinozcan8519 5 жыл бұрын
Ahmak, yediği ekmek ya da baldan aldığı enerjiyi inkâr edecek, kozmik etkileri inkâr ederken; farkında olmadan!.. Göğe oturttuğu tanrısına imanını savunurken! Ârif, tevekkülden bahsedip, tedbiri bir yana bırakırken... Âlim ve vâris, tedbirin Hakk’ın takdirinin açığa çıkması olduğu müşahedesi içinde; elinden gelen tedbiri son noktasına kadar uygulayacak! Sonuçta, kâinat yaratılmazdan önce, “An” içre planlanmış olanlar, aynıyla, projeden uygulamaya girecek “mahlûkun zamanı” içinde, Yaratanın indîndeki, bir “hiç” ve “yok” olarak! Kimi kavga edecek, senaryo gereği!.. Kimi gülerek, ya da acıyarak seyredecek! Bu arada nice beyinler, ancak salata niyetine gidecek! Ve, bir kere daha perde inecek! Lâ havle velâ kuvvete illâ “B”illâh! Allâh!.. Hû! [1] İçinde yaşadığımız Sistem ve Düzenin gerçek kanunlarını okuyamıyorsak, daha çok üzülürüz! Bir adam çıkıyor, yanına üç-beş kişi toplayıp gücü eline geçiriyor; ve yüzbinleri, milyonları ölüme götürebiliyor!.. Oysa milyonlarla ölenin hepsi mi suçlu? Tarihe bir bakın... Dün de öyle, bugün de böyle! Toplumlar, bilinçsizce başa geçirdiğinin pahasını çok ağır ödüyor! Sistemi böyle kurulmuş bir dünyada, insanlar, kendi ebedî geleceklerini düşünerek ona göre tedbir almıyorlarsa, yaşadıkları süreç büyük ızdıraplarla ve hüsranlarla sona ereceği gibi; sonsuzluk yaşamında da bu azap ve hüsranlar son bulmayacaktır! Bugün, “ne yapayım elimde değil ki” diyerek toplumun size çizdiğini yaşıyorsunuz ve kendinizi teselli ediyorsunuz; ama ölüm ötesi boyutta, yalnızca kendi yaşamınızın getirisi sonuçlarını yaşayacaksınız! Bugünkü teselliler de o gün geçerli olmayacak... Yaptıklarınızın karşılığından başka bir şeyin yaşanmadığı o ortamda! Kendinizi aldatmayın... Bildiklerinizin gereğini yaşıyor musunuz? “Hesap görücü olarak vicdanınız (nefsiniz) yetecektir”! 2000 yılı bekleniyor büyük umutlarla... Büyük umutlar, ya büyük mutluluklar getirir; ya da büyük sükûtuhayaller ve hüsranlar!.. Ummak isterim ki, büyük mutluluklara vesile olsun 2000’le başlayan yıllar... Ne var ki... 1999’la birlikte “Besmele yılları” başlamış; “B” harfiyle!.. Her ne demekse!.. Ehli bilirmiş!.. “Bismillâhir Rahmânir Rahıym”in 19 harfinin yıllarını yaşayacakmışık kelimelerin ve harflerin anlamınca... Ömrüm sanıyorum “Besmele”nin tamamını görmeye yetmez, ama “Rahıym”e erişen ne mutlu! Muhyiddini Arabî rahmetullâhu aleyh bir kitabında bu konuya değiniyordu; ama hatırlayamadım neydi olay... Allâh, “Rahıym”e ulaşmayı kolaylaştırsın sabrı ve hazmıyla... İmanımızdan imtihan gelmeye başımıza... “B” sırrıyla, “Besmele”yi tefekkür, insana neler hissettirir? “B” sırrıyla, “Bi-iznillâh” düşüncesi, insana hangi âlemin seslenişini zâhire çıkartma imkânı verir? Ki, İsa aleyhisselâm bununla ölüyü diriltmişti! “Allâh” kulunda zâhirdir; cümlesi ne gibi anlamlar ihtiva eder? Bunları biraz olsun düşünüp değerlendirebilecek miyiz acaba?
@maximoozzi
@maximoozzi 5 жыл бұрын
@@necmettinozcan8519 güzel bir kopyala yapıştır olmuş allah okuduğumuz u anlamayı nasip etsin.
@necmettinozcan8519
@necmettinozcan8519 5 жыл бұрын
@@maximoozzi Siz OKU´mayi biliyormusunuz!? izah edebilirmisiniz!? veya bildiginiz bir konuyu yazabilirmisiniz Hadis ve Kur´an- Kerim esliginde Örnegin 49)Hucurat 14,15 Müslüman oldunuz mu? sayet oldu iseniz! IMAN ettiniz mi? 4)Nisa 136 ayetini oku; son durumunu merak ediyorum 2)Bakara 8. ayeti.. Uzun lafin kisasi siz kimsiniz? saygilar..
@cemilealatas1743
@cemilealatas1743 4 жыл бұрын
☀🌨🌨🌫🎑 Sizi var edene şükürler olsun🌷🌷🌷
@kadir_kurtdemir
@kadir_kurtdemir 5 жыл бұрын
Emeğinize yüreğinize sağlık, güzel program olmuş.
@necmettinozcan8519
@necmettinozcan8519 5 жыл бұрын
134:50 dak Esmâ Ül Hüsnâ “B’ismi-llâh-ir Rahmân-ir Rahıym... Esmâ’sıyla (muazzam, muhteşem mükemmel özellikleriyle) varlığımı yaratan, ismi Allâh olan Rahmân Rahıym’dir! Bilelim ki, “isim” yalnızca, dikkati o isimlenene veya o isimle isimlenmişteki bir özelliğe işaret için kullanılır! İsim, asla isimle işaret edileni bütünüyle anlatmaz ve açıklamaz! Yalnızca kimliğe veya bir özelliğe işaret eder! Belki isim, çok özellikler taşıyana sadece dikkati yöneltmek için kullanılır. Öncelikle şu gerçeği çok iyi fark edelim... “Allâh isimleri” olarak bildirilen özellikler, ötelerde bir tanrının çeşitli cici - güzel isimleri midir? Yoksa bir “varlık - vücud sahibi” kabul edilenlerin tüm özelliklerini, asılları itibarıyla “yok”ken; “zıll = gölge” varlığına verilen isimden ve açığa çıkan özelliğinden dolayı, duyu ve şartlanmanın ayrı bir varlık verdiği; gerçekte ise “Allâh” ismiyle işaret edilenin yaratış özelliklerine dikkat çekmek için midir? Bu realite fark edilip kavranıldıktan sonra, konunun “Allâh isimleri” diye bilinen yanına gelelim. “Zikir = insana hakikatini hatırlatıcı” olarak bildirilen Kur’ân-ı Kerîm, gerçekte, tümüyle “Ulûhiyet”i anlatan “El Esmâ ül Hüsnâ”nın açılımıdır! İnsanın “hatırlaması” istenilen, kendisine talim edilmiş olan “esmâe külleha”dır! Yani, “var”lığını meydana getiren, “bildirilen isimlerin özelliklerinin tamamı”! Bunların bir kısmı Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilmiş, bir kısmı da Rasûlullâh tarafından açıklanmıştır. Bu yüzdendir ki, asla, her şey bu doksan dokuz isimden ibarettir, denemez! Misal verelim... Rab, Mevlâ, Kariyb, Hallak gibi bazı isimler Kurân’da mevcut olmasına rağmen doksan dokuz isim arasında sayılmamıştır. “... Yef’alu ma yuriyd” âyetinde (2.Bakara: 253) bildirilen “İrade sıfatının” (dilediğini oluşturma) adı olan “Müriyd” ismi de gene bu isimler arasında bildirilmemiştir. Buna karşın Celiyl, Vâcid, Mâcid gibi bazı isimler ise doksan dokuz isim içinde var olmasına karşın, Kur’ân-ı Kerîm’de geçmez. İşte bu yüzdendir ki, Allâh ismiyle işaret edilenin, ilminde seyrini oluşturan “Esmâ mertebesi” olarak tanımlanan isimlerini (özelliklerini - Kuantum Potansiyel) doksan dokuz ile sınırlamak çok yanlış olur. Belki, insana hakikatini hatırlaması için bu kadar isim özelliği bildirilmiştir; hakikatini hatırlayıp yaşayan ise hadsiz hesapsız bilinmeyen başka isimlerin özellikleriyle yaşar; diyebiliriz. Ayrıca, cennet diye tanımlanan yaşam boyutunun dahi buna işaret ettiği söylenebilir. Evren içre evrenler gerçeğini var kılan sayısız özelliklere işaret eden isimlerden ise hiç haberimiz yoktur belki de! Derin düşünce (Ulül Elbab = öze ermişler) indînde kullanılan “zıll vücud = gölge varlık” tanımlaması, o varlığın bizâtihi “var” olmayıp; algılayana GÖRE “Allâh isimlerinin bileşimi olarak” açığa çıkışına işaret eder. Hatta gerçeği hakkıyla dillendirmek gerekirse, “Esmâ bileşimi” tanımlaması dahi bir mecazdır; çoklu algılayan anlayışları, Tek’il realiteye adapte içindir. Zira mutlak hakikat, her an yeni bir şe’nde olan “çok boyutlu tek kare resim” seyridir! “Esmâ bileşimi” denilen ise resimdeki bir fırça darbesi! Algılanan her “şey”, ismi nedeniyle, sanki Allâh’ın Esmâ’sı itibarıyla O’nun gayrı olarak sanılsa dahi, -O ötede tanrı olmadığı için-, hakikatte, o isimle isimlenmiş varlık, Allâh Esmâ’sı nedeniyle “var”lık olarak algılanandır! Bununla beraber, Esmâ ile işaret edilen ise, bölünmez, cüzlere ayrılmaz, cüzlerden oluşmamış mutlak Tek, sınırsızlık ve sonsuzluk kavramından dahi berîdir; “Ehad’üs Samed”dir ve Kur’ân-ı Kerîm’de bir kere vurgulanır bu şekliyle! “Allâhu lâ ğayra HÛ! - Allâh var, gayrı yok!” Ki bunu beşer aklı havsalası kavrayamaz! Ancak, vahiy veya ilham ilmi bilgisi olarak şuura yansır ve “seyri” oluşur! Akıl, mantık, muhakeme adım atamaz burada! Fikir yürütenin yolu dalâlet olur! Bu konunun tartışılması mümkün değildir! Tartışan ise, yalnızca cehli dillendirmek için var olandır! Cebrâil’in, “bir adım atarsam yanarım” diye dillendirdiği gerçekliktir bu husus! Fark edilmelidir ki, “Allâh Esmâ’sında İlim” özelliğine işaret eden isim vardır; Allâh’ın aklına işaret eden bir isim yoktur; çünkü bu muhaldir! Akıl, çokluk algılamasının oluşması için yaratılmış olan beyin işleyiş düzenine verilen isimdir! Esasen “Akl-ı küll” veya “Akl-ı evvel” tanımlamaları dahi mecazî ve izafeten kullanılır; gerçekte “İlim” vasfının açığa çıkması sisteminin aldığı isimden başka bir şey değildir. Birimin derûnundaki, hakikatindeki “ilim” boyutunun tanımlaması “Akl-ı küll”dür ki, “vahiy”in kökeni dahi budur. “Akl-ı evvel” ise tamamıyla yakıştırma bir tâbir olup, ehli olmayana Esmâ mertebesinin “şe’n”deki “ilim” boyutunu tarif için kullanılmıştır. “AN” içre geçerli “ilim”e işaret yollu olarak. Esasen, Efâl mertebesi olarak algılanması dilenilmiş boyut, gerçekte, “her an yeni bir şe’nde” olan “Esmâ mertebesi”nden başka bir şey değildir! “Madde” adıyla işaret edilen boyut aynıyla kuantsal boyuttur; algılama farkı farklı boyut zannını oluşturmaktadır. Seyreden, seyredilen, seyir; aynı TEK’tir! “Şarabı la yezâli” diye işaret edilen bu seyirdir; “cennet şarabı” tanımlaması dahi, bu seyre işaret eder! Çokluk algılaması içinde olanın ise bunun yalnızca bilgisini gevelemekten başka şansı yoktur! Efâl - fiiller - kesret - çokluk - algılaması yaşanan âleme gelince... Vücud, varlık yalnızca “Esmâ mertebesi” tanımlamasıyla işaret edilene aittir! İlmiyle ilmini ilminde seyretmektedir, ifadesi dahi “şe’n”i itibarıyla aynıyla “Esmâ” olan bu mertebedeki seyrine işaret etmektedir. Bu mertebede, ilimde yaratılmış sûretlerle, seyir ve tedbirât yürümekte olup; “âlemler vücudun kokusunu bile almamışlardır” uyarısı bu yüzden yapılmıştır. Zerre, bu mertebedeki seyreden, “küll” seyredilendir! İsimlerle işaret edilen kuvveler ise “melek” ismiyle tanımlanmıştır ki; “insan”ın dahi hakikati budur; farkındalığını yaşamak süreci ise “Rabbinin likâsına kavuşmak” diye anlatılmıştır! Bunu keşfettikten sonra, devamının gelmemesi ise feci cehennem yanışı olarak anlatılmıştır! Burası “Kudret” yurdudur, “kün” hükmü buradan çıkar; İlim mertebesidir; aklın burada geçerliliği yoktur! “Hikmet” yurdunun bâtınıdır! Hikmet yurdunda olup biten her şey ise akılla seyredilegelir; burada bilinçler konuşur! Efâl âlemi ise, bu boyuta (kudret yurduna) göre, tümüyle holografik (zıll - gölge) vücud - varlık ve yapıdır! Algılayanın algılama kapasitesine göre var olan paralel veya çoklu evrenler, içindekiler ile maden, nebat, hayvanat (insansı) ve cin âlemlerine ait tüm tedbirât ve tasarruf “mele-i âlâ” hükmü ile buradan açığa çıkar! Rasûller ve vârisleri velîler, “mele-i âlâ”nın yani Esmâ kuvvelerinin yeryüzündeki dilleridir! Bütün bunlar dahi, hep Esmâ mertebesinde ilimde olup biten seyirlerdir! “İnsan”ın hakikati dahi bu anlamda “melek”tir ve melek oluşunu hatırlamaya ve gereğini yaşamaya davet edilmektedir gerçekte! Bu konu çok daha derin ve detaylı bir konudur... Anlattığımız ilimden nasibi olmayan ise, farklı boyut ve mertebelerden seyri dillendiren anlatımı, çelişkili bulabilir. Ne var ki, biz, 21 yaşında 1966 yılında kaleme aldığımız “Tecelliyât” isimli kitabımızda dillendirdiğimiz şaşmaz doğrultudaki müşahedemizi, kırk beş yıllık süreçte, tahkike dayalı olarak, insanlıkla paylaştık kulluğumuzun sonucu olarak; kimseden maddi veya manevî bir karşılık beklemeden. Açıkladıklarımız, “el malı” değil, “Allâh hibesidir”! Şükrünü edâ etmem ise mümkün değildir! Bu nedenledir ki anlattıklarımızda hiçbir çelişki yoktur. Var sanılıyorsa bu, aradaki bağlantıları kurmaya yeterli veritabanı olmamasındandır! Evet, müşahedemiz bu realite ise... “Allâh isimleri” konusunu nasıl anlamamız gerekir? Bilelim ki... “Allâh isimleri”, bilinç devrede olmaksızın şuurda açığa çıkıp (vahiy), daha sonra bilinç tarafından değerlendirilmeye çalışılan evrensel -kâinat anlamında değil, âlemler işareti doğrultusunda- özelliklerdir. “Esmâ ül Hüsnâ” Allâh’ındır; o isimlerin işaret ettiği özellikler, TEK ve SAMED olarak bildirilen, Allâh adıyla işaret edilenin, Esmâ mertebesine, (Kuantum Potansiyele) zamansızlık - mekânsızlık boyutuna, “nokta”ya işaret eder... Dolayısıyla bu isimler ve bu isimlerin işaret ettiği anlamlar sadece O’nundur; beşer anlayışıyla kayıtlanamaz! Nitekim 23.Mu’minûn Sûresi 91. âyetinde de: SubhanAllâhi amma yesıfun = Allâh onların tanımlamalarından Subhan’dır (ötedir)! buyurulur. “O’na isimlerin mânâlarıyla yönelin... O’nun Esmâ’sında ilhada sapanları (şirke düşenleri) terk edin! Yapmakta olduklarının karşılığını göreceklerdir.” (7.A’raf: 180) “El Hüsnâ’yı (en güzelini hakikati olarak) tasdik ederse, böylece ona en kolayı kolaylaştırırız!” (92.Leyl: 6-7) Hatta ihsan hâli (muhsin oluşun cezası) bile “El Hüsnâ”ya bağlanıyor... “İhsan ehline, daha güzeli (El Hüsnâ) ve fazlası (Rıdvan) vardır...
@muraterdogdu7863
@muraterdogdu7863 5 жыл бұрын
Allah da ''insan'' deyince herkes üzerine alınıyor
@necmettinozcan8519
@necmettinozcan8519 5 жыл бұрын
"MÜMİN" İman edip "Hakikat"ini müşahedeye yönelen... Hz. Rasûlullah’ın tebliğ ettiği hakikatlara iman etmiş kişi... Allah'a, "Rasûl"üne ve "Kitab"ına iman eden... Kendisinde vehmettiği bireysel bilinci ötesindeki TEK Bir gücün, herşeyi dilediği gibi oluşturduğunu, basiretiyle gören... Neye-niye inanılması gerektiğini düşünerek bilinçli iman eden... Allah'a yönelişi-müşahesi sürekli olan... Salâtlarında hakkıyla Allah'a yönelmenin yaşantısı içinde olan... Boş laf ve boş işlerden yüz çeviren... Arınmak-saflaşmak (zekât) için ne gerekirse yapan... Sadece (Esmâ'sıyla hakikati olan) Allah'a tevekkül eden(Hakikatlerindeki El-Vekîl isminin gereğini yerine getireceğine iman eden)... Nefsinin veya başkalarının hakkını veren... Vehmi kişilikten arınmış olan... "Vâris" KİŞİ NE ZAMAN “MÜ’MİN” OLMA ÖZELLİĞİNE KAVUŞUR? Esasen kişi ancak "ALLAH"a, "RASÛLÜNE" ve "KİTABINA" iman ettikten sonra "MÜMİN" olma özelliğine kavuşur! Bunları kabul etmeyen birinin "MÜMİN" olma özelliğinden zaten sözetmek mümkün olmaz.. ALLAH’A VE RASULÜNE VE BİLDİRDİKLERİNE İMAN ETMEDİKÇE MÜMİN OLAMAZSIN! Nitekim başka bir Hadisi Şerifte de şöyle buyuruyor. "KUL, DÖRT ESASA İMAN ETMEDİKÇE, ALLAH'A İMAN ETMİŞ OLMAZ. TANRININ YOK OLUP, SADECE ALLAH`IN MEVCUT OLDUĞUNA; BENİM ALLAH RASÛLÜ OLUP, HAK İLE GÖNDERİLDİĞİME; ÖLÜMÜ TADMANIN MUTLAK OLDUĞUNA VE ÖLDÜKTEN SONRA YAŞAMIN DEVAM EDECEĞİNE; KADERE MUTLAKA İMAN ETMESİ GEREKTİĞİNE." Yani, "bir kişi ALLAH'a ve Rasûlüne ve bildirdiklerine iman etmedikçe mümin olmaz"; buyuruyor Hz. Rasûlullah aleyhisselâm... MÜMİN, MÜMİNİN AYNASIDIR! (Soru: İlk defa görülen bir müminin karşısında yapılan dua kabul olunur mu?.. O müminin kalbi Beytullah sayılabilir mi?..) O "MÜMİN"i bulursan, evet!... Bunun için "mümin müminin aynasıdır" hadisinin mânâsını araştır... (Soru: Zerre kül`ün aynasıdır..” ın mânâsını “mümin müminin aynasıdır” sözü ile bağdaştırabilir miyiz Üstadım?..) Hayır... Allah indinde ne kül vardır ne de zerre!... Mü'min ise isimler içindeki bir "Allah” ismiyle işaret edilenin isimlerinden biridir... “MÜMİN”İN KAVGAYA AYIRACAK VAKTİ YOKTUR! Mü'min, dünyaya “Allah”ı tanıyıp gereğini yaşamak; ölümötesi ebedî yaşama hazırlanmak ve bu arada bildiklerini insanlarla paylaşmak için geldiğini bilmelidir. Onun kavgaya ayıracak boş vakti yoktur!. “MÜMİN” İSMİ Ondan sonra, “MÜ’MİN” ismini tavsiye ederiz. Mü’min ismi, imanı kişide güçlendirir. Var olan imanı güçlendirir. Var olmayanı imânlı kılmaz! İşte bizim tavsiye ettiğimiz bütün isimler, böyle komplike bir sistem, bir bağlantılı sistem sonucudur. Rastgele bir esma zikri değildir. Bunların her birinin diğerleriyle bağlantısı, sebep-sonuç ilişkileri vardır.
@necmettinozcan8519
@necmettinozcan8519 5 жыл бұрын
137:24 dak Insan Evrimle mi Olustu 71. Nûh Sûresi Nuh Suresi, Mekke-i Mükerreme’de 71. veya 74.sırada nazıl olmuştur... 28 ayettir... Adını, Hz.Nuh’un risaletini bahsetmesi dolayısıyla almıştır... Nuh Suresinde: İnsanlığın 2.atası sayılan Hz.Nuh ve insanlık-toplum için ilk risalet-nübüvvet deneyimi... Risaletin alanı, yöntemi ve meseleleri... Kader-ecel meselesinde bir incelik; Allah’a kulluk ve Rasulü’ne itaat ile ertelenilen(oluşturulan) ecel?... Seyr-i sülük süreci ve insan’ın atvarı... Evrim ve insanın yaratılması... AdemOğlu’nun putları.... Genetiğin önemi nereye kadar ve astrolojinin önemi,... gibi konular açıklanmaktadır... İnsan Evrimle Mi Oluştu? - Yeryüzünde yaşayan insansılar vardı. Bu insansılar evrimle oluşmuş varlıklardır. - İnsan, "ceale" kelimesinin ifade ettiği mânâda insansıda, insan bedeninde açığa çıkarılmış bir şuur diyebileceğimiz şeydir. - İnsan sûreti Allâh'ın esma özelliklerini tamamen zahire yansıtabilecek kapasitede olduğunda Ruh nefhedilmiş, insan meydana gelmiştir. - Cennet, ilâhî isimlerin mânâlarını açığa çıkartarak Allâh'ın İlim, İrade, Kudret sıfatlarıyla sonsuz yaratışına vesile olanlar demektir. - Fiziksel mânâda cehennem, Güneş'in gelip Dünya'yı kuşatmasından sonra insansı ruhlarının Güneş'in manyetik alanı içinde kalmasıdır. - Ana konumuz, varlığın insan ve insansı olarak 2 tür yaratıldığıdır. İnsan türü cennet için, insansı türü cehennem için halkedilmiştir. - Andolsun ki cin ve insten çoğunu cehennem yaşamı için yaratıp, çoğalttık! Ki onların kalpleri (şuurları) var, (hakikati) kavrayamazlar; gözleri var bunların, onlarla baktıklarını değerlendiremezler; kulakları var, onlarla duyduklarını kavrayamazlar!.. İşte bunlar en’am (evcil hayvanlar) gibidirler; belki daha da şaşkın! Onlar gâfillerin ta kendileridir! (7.A'raf: 179) Yeryüzünde yaşayan insansılar vardı. Bu insansılar Evrimle oluşmuş varlıklardır.- İnsan, "ceale" kelimesinin ifade ettiği mânâda insansıda, insan beden... /beden topraktan Evrimle yaratılmıştır. Halife “İnsan” ise Yaratılmamıştır! Hayvanlar korkutularak yönetilir. İnsansıların aklına hitap edilir. İnsanlar ise kalbi... ! Kur’ân pek çok âyetiyle “Düşünün” diyor. DÜŞÜNEBİLİR MİSİNİZ? Hayvanın Evrimi realitedir. “İnsan” evrimleşmez çünkü RUHULLÂH’tır. İnsanın bedeni evrime uğramıştır, çünkü hayvandır. Evrim vardır hayvana! İnsanın evrimleşmiş bedenine... Yaşam bu! Kimileri de Evrim yapar; kimileri de dedikodusunu! Dini kaynaklarından bizzat siz öğrenin, geleceğinizi başkalarının anlayışına ipotek etmeyin. Mazeret geçersizdir... SÜNNET-İ RASÛL’dür! Çünkü DİN, insanlara kılık kıyafet dEvrimi için gelmemiştir! “DİNDAR” kişi demek, ALLÂH sistem ve düzenini araştırıp sorgulayıp, anlayıp, gereğince yaşamayı kabullenmiş kişi demektir!... Dünya üzerinde tek hücreliden başlayan bir Evrimin sonucu olarak meydana gelmiş bir yapıdır.- Allâh "ceale" hükmüyle esma özelliklerinin mükemm... fark etmeye, kavramaya çalışın! O eşsiz bilinç!.. O muhteşem hüviyet!.. O harikulâde dEvrimci kişilik!.. Sirius ya da BETA NOVA’daki TANRI’dan mı aldı PEYGAMBERLİĞİ?.. Yoksa... “ALLÂH Adıyla İşaret Edilen”in “RASÛL”ü ve bunun yanı sıra “NEBİ”si mi idi?....
@necmettinozcan8519
@necmettinozcan8519 5 жыл бұрын
Âyet var Kur’ân-ı Kerîm’de! 2.Bölüm Âyete göre “İNS” ve “CİN” türleri istisnasız ve sınırlamasız hepsi de ALLÂH’a kulluk etmeleri için yaratılmıştır. ALLÂH bir nesneyi, bir birimi ne iş için yaratmışsa, o birim yaratılış gayesinin gereğini mutlaka, olduğu gibi yerine getirecektir! Bunda hiçbir tereddüt yoktur! İşte bu yüzdendir ki, Allâh muradına uygun olarak yaratılmış olan bütün varlıklar, Allâh’ın dileğine uygun olarak, gereken fiilleri ortaya koymaktadırlar. Bu “Din”dir ve “İslâm”dır. Onun içindir ki âyette: “Kesinlikle Allâh indînde din İslâm’dır” denmiştir. Ve ayrıca vurgulanmıştır ki: Kim İslâm’dan (teslim olunmuşluğun idrakından) başka bir Din (sistem ve düzen) arayışındaysa, bu geçersizdir! Sonsuz gelecek sürecinde de hüsrana uğrayanlardan olur. (3.Âl-U İmran: 85) Allâh kimin derûnunu İslâm’ı kavrayacak şekilde genişletti ise, o Rabbinden bir nûr üzere değil midir? Allâh’ın zikrinden (hatırlattığından) kalpleri kasavetlenene (içleri sıkılıp bunalanlara) yazıklar olsun! İşte onlar apaçık şekilde (hakikatten) sapmayı yaşamaktadırlar! (39.Zümer: 22) Evet, “İslâm”ı gerçek anlamıyla kavrayabilmek son derece büyük ve önemli bir iştir; ki Rabbinden kendisinde açığa çıkan bu “NÛR” yani gerçeği fark etme-kavrama gücü, kişiyi evrensel sistemi tanıma noktasına ulaştırır! Şimdi biz âyetleri anlamak için incelerken, öncelikle şunun üzerinde çok duracağız... Âyetin başında ve sonunda herhangi bir sınırlama, bir istisna var mı, yok mu?.. Önce buna bakacağız! Mesela: “‘HÛ’ Kİ SİZİ ARZDA HALİFELER OLARAK MEYDANA GETİREN…” (35.Fâtır: 39) Derken insanın halifeliğini “arz-yeryüzü” ile sınırlıyor! Yeryüzünde halife! Burada bir sınırlama var! Fakat, “Kesinlikle Allâh indînde Din İslâm”dır derken, orada bir sınırlama bir kayıt yok... Yani, Dünya’da veya falanca galakside demiyor! “İslâm”, Dünya’da sadece belli bir kavmin veya insan topluluğunun dini değil; kâinatta geçerli olan nizam, ilâhî düzendir! Nerede?.. Dünya’da da! Dünya’nın içinde bulunduğu Güneş sisteminde de! Diğer galaksilerde de! Kâinatın tamamında yani bütün bu evrenin tüm yapısında, her zerrede, her noktada bütün varlıklar Allâh’a teslimdirler! Burada kesin olarak işte bunu vurguluyor! Yalnız burada gözden kaçırmamamız gereken nokta şudur: “Bütün varlıklar Allâh’a teslim olmuş vaziyettedirler” derken, birimler kendi özgür iradeleriyle “Allâh”a teslim olmuş, değil! Birim, “FITRATIYLA” yani varoluş şekli ve programıyla Allâh’a teslim olarak yaratılmıştır zaten!.. Birim, Allâh’ın indînde, dilemesine uygun olarak meydana getirilmiştir Allâh tarafından... “FITRATIYLA” meydana getirildiği için de, teslim olmuş durumdadır! Yani, birimin teslimiyeti dediğimiz, “Allâh’a teslim olma hâli” dediğimiz, içinde bulunduğu hâl, varoluşundan yani “fıtrat”ından meydana geliyor otomatikman!.. Yapısından, nüvesinden, özünden meydana geliyor! İşte bunu izah içindir ki Hz. Rasûlullâh: “Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar” demiştir[1]. Olaya yüzeysel bakanlar diyor ki; “Müslümanlığı kabule istidatlı olarak doğar her doğan çocuk”! Hayır! Olayı yalnızca “müslümanlık”la kısıtlayarak dar anlamda almayalım! Her doğan çocuk; ki bunu bebek diye de; veya geniş kapsamlı olarak kâinatta var olan her varlık diye de anlamak mümkündür... İslâm fıtratı üzere doğar, yani İslâm kelimesinin açıkladığı mânâda, programlanmış olarak meydana gelir. Nitekim başka bir âyet: De ki: “Herkes yaratılış programı (fıtratı - şâkılesi) doğrultusunda fiiller ortaya koyar! İşte bu yüzden (Fâtır’ınız olan) Rabbiniz yol itibarıyla kimin hakikat yolunda olduğunu en iyi bilendir!” (17.İsra': 84) Âyette geçen “ŞÂKILE”, daha önce izah ettiğimiz, “FITRAT’ın oluşturduğu programın doğrultusu”, anlamındadır... İşte bu husus, “İslâm”ı açıklar. Yani, var olan bütün birimler; “KESİNLİKLE ALLÂH İNDÎNDE DİN İSLÂM’DIR!” hükmünce meydana gelmiştir. Bu yüzdendir ki “İslâm”, Dünya’da sadece belli bir kavmin veya insan topluluğunun dini değil; kâinatta geçerli olan nizam, ilâhî düzendir! Şayet bunu anlayabildiysek, artık “İslâm”ı dar mânâda sadece belli ölçülerle, şekillerle kayıt altına almayalım! “İslâm”; Allâh’ın, dilediği mânâları ortaya koymak üzere, kâinatta mevcut tüm birimleri kendi ilmiyle, ilminden, dilediği yapı ve özelliklerle; dolayısıyla da kendine “TESLİM” bir hâlde halketmesi; ve birimlerin de bu gayeye yönelik davranışları doğal olarak ortaya koymalarıdır. Bu durumda bir kişinin “İslâm”ı fark ve kabul etmesinin doğal sonucu olarak ne yapması gerekir?
@TheEtubez
@TheEtubez 5 жыл бұрын
Büyük Sorular - 17 Şubat 2019 (Din sanata nasıl bakıyor?) HaberTurk --> bu videonun adini degistirin.. Sanat ile hic ilgisi yok. Tasavvuf konulari islenmis Milleti kandirmayin....
@necmettinozcan8519
@necmettinozcan8519 5 жыл бұрын
Din Nedir? Din, ilâhî hükümdür, dedik... Din, hükümler bütünüdür ve bu hükümler, ilâhî olmak mecburiyetindedir!.. Beşerî hükümler olmaz!.. Niye?.. Çünkü, bütün beşerî hükümler, beşeriyeti meydana getiren terkipler istikametinde-doğrultusunda meydana gelir ki; bunlar da seni neticede, yine terkibe götürür!.. Ancak, ilâhî dediğimiz zaman, burada terkip söz konusu değildir!.. Çünkü ilâhî hükümler bütünü, neticede ilâhî ahlâkla “Allâh’ın ahlâkıyla” ahlâklanmaya yol açar! Nitekim, “Din nedir?” sorusuna, “Din mekârimi ahlâktır”, ahlâkın mekârimidir, yani tam kemâle ermiş hâlidir, yani “Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktır” denerek cevap verilmiştir. İşte bu yüzden, ilâhî hükümler bütünüdür. Bu ilâhî hükümler, dört yönde mütalaa edilebilir... Birincisi, kişinin tabiatına yönelik ilâhî hükümler... İkincisi, terkibiyetine yönelik ilâhî hükümler... Üçüncüsü, nefsinin hakikatini bilmeye yönelik ilâhî hükümler... Dördüncüsü de Zâtını bilmeye yönelik ilâhî hükümler... Bunlardan dördüncüsü, sadece Ümmeti Muhammed’e, yani Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın ümmetine gelmiş hükümlerdir!.. Bu lütfa mazhar olmuş kişiler, Hz. Muhammed’in ümmetidir!.. Daha önceki hükümlerse diğer Nebi ve Rasûllerde var olan kemâlâttır!.. Bir kişi, tabiatından kurtulma istikametinde belli çalışmalar yaparak; tabiatının hükmünden çıkmak için birtakım çabalarda bulunur... Bu onu, kendi tabiatını değiştirme yolunda, belli çalışmalara götürür ve bunun neticesine erdirir; ama bu kişi, hiçbir zaman ilâhî hakikati bulamaz, bilemez ve bu kişi cehennemde olur ister istemez!.. Çünkü bir kere, dinin getirdiği sadece tabiata yönelik çalışmalar mıdır, değil midir, burayı araştırmak lazım!.. Dinin getirdiği tabiata yönelik çalışmalar, ruhaniyeti güçlendirme ve tabiat ateşinden kurtulma yollu iki türlü netice oluşturur. Ruhaniyeti güçlendirme yolundaki çalışmalar eğer yeterli değilse, bu kişi cehennemde bir hayli azap çekecektir... Bedenî tabiata bazı hâkim olma usülleri, mutlaka ruhun cennete gidiciliğini kazandırmaz... Dünya’da, bazı normal insanlarda görülmeyen olağanüstü hâlleri kazandırır insana ama, ona rağmen o kişi neticede, gerekli ruhaniyeti kazanamadığı için cennete gidemez!.. Cennete gidici, ruhaniyeti sağlayıcı işler, ancak bu ilâhî emirlerle bildirilen fiillerdir... İkinci olarak terkibe yönelik, dedik... Terkibe yönelik hükümler; ilâhî ahlâkla ahlâklanmaya yönelik çalışmalardır... Yani Allâh’ın ahlâkıyla!.. Sendeki ahlâk, çeşitli ilâhî isimlerin, varlığını meydana getirmesiyle oluşmuş olan bir terkipsel ahlâktır!.. Ama bu isimler, senin varlığında birleşmiş hâliyle, senin Rabbin hükmündedir ve sen Rabbinin hükmünden dışarı çıkamazsın... Normal yaşantın itibarıyla!.. Senin mevcudiyetini meydana getiren bu isimler, sürekli seni belli bir görüş üzerinde muhafaza eder!.. Hâlbuki sen ilâhî ahlâk ile ahlâklanmaya başladığın zaman, daha evvelki yaşantında mevcut olan duyguların, düşüncelerin, idrakın değişmeye başlar!.. Görüşün gelişmeye başlar ve açılır!.. Bu ilâhî hükümler olmadan, bulunamaz-bilinemez!.. Ancak ilâhî hükümlerin bildirilmesiyle bu bilinir, anlaşılır!.. Nefsin hakikatini anlamaya yönelik hükümler; varlığın hakikatiyle özdeşleşmek değildir!.. Yani, “Bütün bu âlemde mevcut olan ilâhî kuvvetler, birtakım tabii kuvvetler, benim varlığımı meydana getiren kuvvetlerdir; öyleyse benim aslım ve hakikatim, kâinatın aslı ve hakikatiyle aynıdır” gibisinden bir biliş, belli bir felsefi araştırma sonunda oluşur, ama bu oluşma hiçbir zaman nefsin hakikatini bulma değildir!.. Çünkü bu türden bir bulma, Efâl mertebesinde nefsin hakikatini bulmadır!.. Kâinat içindeki kendini buluş, kâinatla kendini özdeşleştiriş, evren bilinciyle kendini özdeşleştiriş, nefsin hakikatini Efâl mertebesinde buluştur!.. Hâlbuki nefsin hakikatini, Sıfat mertebesinde bulmak gerekir... Bu da ancak ve ancak gene ilâhî Din olan, İslâm’ın hükümleriyle bilinebilir-bulunabilir ve yaşanabilir… Nihayet “Zâtının hakikatini bulma” dedik!.. Zâtının hakikatini bulabilme hâli de yine Hz. Muhammed’in ortaya koyduğu, ilâhî hükümler doğrultusunda, tebliğ ettiği hakikatlere dayanır!.. Netice olarak, “kişiyi saadete götüren yol dindir” dersek bu eksik ve yetersiz bir tarif olur… “Kişiyi ilâhî saadete götüren yoldur” demek gerekir; veyahut da “kişiyi saadete erdiren ilâhî hükümler bütünüdür” demek gerekir. Çünkü bu ilâhî hükümlere uymak suretiyle, kişi gerçek saadete erer!.. Aksi takdirde “tabiat saadetini” yaşar ki bu da Dünya’daki “tabii saadettir”, ölüm ötesi hayatta da bunun karşılığı “cehennem” denilen azap ortamıdır!.. Önce, insanın fizik yollu oluşumu bahsini anlattık… Sonra, “insan” ismi altındaki Hakk’ın varlığından söz ettik... Ve bu söz edişimizin neticesinde, “İslâm”ın, “Din”in ne olduğu noktasına geldik… Yani din niye çıkmış? Niye gerekli? Ne için gelmiş? Kişinin belli bir terkibi vardır, Esmâ terkibinden oluşan!.. İşte Esmâ terkibinden oluşmuş “kişilik” mânâsına, “beşer” ifadesi kullanılır... “Beşer” kelimesi ile kastedilen belli bir Esmâ terkibidir... Esmâ terkibinden çıkacak olan hükümler, Esmâ terkibinin geleceğini sürekli saadete yönlendiremez!.. Esmâ terkibinin değişmesi mümkün olmaz!.. Ancak, Esmâ terkibinin asıl ve özü olan ilâhiyet noktasından, yani Sıfat mertebesinden gelen hükümler, Sıfat mertebesindeki mutlak benliğin verdiği hükümler; Esmâ mertebesindeki terkipleri bozar, yıkar, değiştirir!.. Bunu basit mânâda şöyle izah edelim; sen içine düştüğün bunalımdan, problemden, zaten mevcut aklınla onun içine düştüğün için çıkamazsın; bir ekstra akla ihtiyacın vardır!.. Bu yüzden, “bana akıl ver” dersin!.. Niye? Çünkü kendi aklınla o noktaya geldin! Kendi aklınla o noktadan çıkman mümkün değil!.. O noktadan çıkman için, ekstra akla gerek var!.. İşte bunun gibi, o kişinin içinde bulunduğu durumu meydana getiren terkibini, kendisinin değiştirebilmesi mümkün değil!.. Bunun için, ilâhî dediğimiz, Sıfat mertebesinden gelen; bir diğer mânâ ile, Allâh’tan gelen; terkipsizliğin gereği olan noktaya ve noktanın hükümlerine uyması lazımdır ki; kendi terkibinin kayıtlarından kurtulsun!.. Veya kendi terkibini daha geniş mânâda tanıyabilsin!.. Bu yüzdendir ki “İlâhî hükümler bütünüdür” dedik. Beşerî hükümler bütünü değil!.. Bu sebepledir ki “beşer” adı altından gelmiş olan dinler, insanlık için kurtarıcı olamaz! Bir Konfiçyüs dini, insanlık için kurtarıcı olamaz!.. Çünkü içinde bazı hakikatler olsa dahi; ki muhakkak hakikat yönleri vardır!.. Zira Konfiçyüs adı altındaki varlık da, Hakk’ın terkibidir!.. Hakk’ın terkibi olması itibarıyla, söylediklerinde mutlaka hakikat yönleri olacaktır!.. Ancak o hakikatler, kayıtlı hakikatlerdir!.. Terkipten doğan hakikatlerdir!.. Terkipten doğan hakikatlerle, bütün terkiplerin, terkibiyetlerinden kurtulup Allâh’a vâsıl olmaları mümkün değildir!.. Onun içindir ki, ancak ve ancak, beşer,“İlâhî Din” ile kurtuluşa erebilir. İlâhî mahiyet arz etmeyen dinlerle, beşerin kurtuluşu söz konusu değildir!.. Nitekim... “ALLÂH İNDÎNDE DİN İSLÂM’DIR” diyerek; dinin ne olduğunu açıklama yönüne gidiyor, Kur’ân!.. Burada dinin İslâm olduğu; ancak “İslâm” olacağı anlatılıyor!.. Dinin “İslâm” olması ne demek? Dinin ancak “İslâm” olması şu demek: Terkipler, terkibiyetinin tabii neticesini ortaya koyar. Terkipler, terkiplerinin tabiatı dolayısıyla yani terkibiyetlerinin tabii neticesini ortaya koyması sebebiyle, ortaya koyuş mahalleri itibarıyla bulundukları ortamdan dışarıya taşamazlar, geçemezler!.. Çünkü, terkiplerinin sonucu o kadardır! O terkiple, o kadar güç elde eder ve o kadarla kalır!.. İslâm Dini, değişik isimlerin mânâlarını ortaya koydurucu değişik isimlerin mânâlarını ağırlıklı olarak kuvveden fiile çıkartıcı fiillere seni sevkeder!.. “Şu şu şu fiilleri yap” der! Sen bu fiilleri yapmakla, değişik isimlerin mânâlarını kuvveden fiile çıkartmak dolayısıyla da, senin terkibinde genişlemeler, güçlenmeler oluşur ve nihayet değişik bir ruhaniyet elde etme durumuna gelirsin; veya bir diğer ifadeyle enerji elde etme hâli hâsıl olur. Peki “İslâm” kişiden ne ister?.. İslâm’ın kişiden ilk isteği “Kelime-i Şehâdet”tir... “Lâ ilâhe illâllâh” diyebilmen... Buna “şehâdet” etmen, sonra da bunu bildiren Zâtın “Allâh’ın Rasûlü” olduğunu kabullenmendir… Öyle ise geldik “Kelime-i Tevhid”e...
@TTTupload
@TTTupload 5 жыл бұрын
23:33 yanlış bir tefsir mi acaba?
@ifakay
@ifakay 5 жыл бұрын
TTTupload “lâ mevcûde illâ hû” tercümesi efendim
@necmettinozcan8519
@necmettinozcan8519 5 жыл бұрын
22:42 dakikasi “Allâh”ın “AHAD” olşunu şayet iyice idrak edersek, görürüz ki -basîretle-, bir Allâh, bir de yanı sıra kâinat gibi, iki ayrı yapı mevcut değildir! Yani bir “Allâh” var, bir de âlemler mevcut, değil!.. Başka bir deyişle, bir içinde yaşadığımız âlemler, kâinat mevcut; bir de bunların ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir “Tanrı” mevcut anlayışı, tümüyle bâtıldır!.. Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH” bir TANRI değildir!.. Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, AHAD’dır!.. Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, sonsuz mânâlara sahip olup, her an bunları seyir hâlindedir!.. İSLÂM’ın “Tevhid” inancı, yani Hz. Muhammed’in açıkladığı inanç sistemi, TAPILACAK TANRI OLMADIĞI; ALLÂH’ın AHAD olduğu vedolayısıyla bir TANRI’nın mevcut olmadığı; insanların, bütün yaşamları boyunca kendilerinden meydana gelecek fiillerin neticelerine katlanacağı esasına dayanır!.. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde hep, insanın bilfiil kendi çalışmalarının, yaptıklarının karşılığını alacağı şöyle vurgulanır: “İnsan için yalnızca çalışmalarının (kendisinden açığa çıkanların) sonucu oluşacaktır!” (53.Necm: 39) “Yaptıklarınızın sonucundan başka bir şey yaşamazsınız!” (37.Sâffât: 39) “O süreçte hiçbir nefse en ufak bir şey zulmedilmez... Yaptıklarınızdan başkası ile cezalandırılmazsınız (yaptıklarınızın sonuçlarını yaşarsınız)!” (36.Yâsiyn: 54) “Her birinin, yaptığı amellerinden (oluşan) dereceleri vardır. Tâ ki onlar, haksızlığa uğratılmaksızın amellerinin karşılığını tam görsünler.” (46.Ahkaf: 19) “Bu süreçte her nefs yaptıklarının getirisiyle karşılık bulur (yaptıklarının sonucunu yaşar)! Bu süreçte haksızlık yoktur! Muhakkak ki Allâh, Seriy’ul Hisab’dır (anında yapılanın sonucunu yaşatmaya başlayandır).” (40.Mu’min: 17) Yukarıdaki âyetlerde de görüldüğü üzere, insan dünyada yaptığı çalışmalarının karşılığını göreceğine göre, acil olarak ilk yapması gereken şey ölüm ötesi yaşamın ne olduğunu araştırmak ve “Allâh”ın ne olduğunu idrak etmektir... Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’a “Allâh nedir?” diye soranlara, cevap “Allâh” tarafından bizzat veriliyor, Kur’ân-ı Kerîm’de İhlâs Sûresi’nde: “De ki, O ALLÂH AHAD’dır;
@lailaheillallahhuuu1875
@lailaheillallahhuuu1875 4 жыл бұрын
Burdada saat belirtilmiş bu ne demek
@necmettinozcan8519
@necmettinozcan8519 5 жыл бұрын
Kader Açıklamaları 1.Bölüm Sahihi Müslim isimli kitapta, Ebu Hureyre’nin naklettiğine göre; Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) şöyle anlatmıştır: “Âdem ile Musa (aleyhisselâm) Rableri katında birbirlerine karşı deliller ortaya koymak suretiyle tartıştılar. Ve neticede Âdem delil gücüyle Musa’ya galebe çaldı.” Musa; - Sen Allâh’ın kendi eliyle yarattığı; kendi ruhundan, ruh nefh ettiği; meleklerini secde ettirdiği; cennetine yerleştirdiği ve sonra da yaptığı hatadan dolayı bütün insanları indirten Âdem değil misin? diye hitap etti. Bunun üzerine Âdem (aleyhisselâm) da Musa’ya cevap verir; - Sen Allâh’ın Rasûllüğü ve kelâmıyla mümtaz kılıp seçtiği; içinde her şeyin açıklaması bulunan levhaları verdiği; sessizce konuşucu olarak kendine seçtiği Musa’sın! Benim yaratılmamdan kaç sene evvel Allâh’ın Tevrat’ı yazdığını biliyor musun..? Musa (aleyhisselâm) cevap verdi; - Kırk sene evvel!.. Âdem dedi ki; - Peki Tevrat’ın içinde, “VE ÂDEM RABBİNE ÂSİ OLDU DA ŞAŞIP KALDI” (20.Tâhâ:120) âyetini buldun mu?.. Tevrat’ta böyle bir âyet yazılı mıydı? - Evet! dedi Musa (a.s.) Âdem; - Allâh’ın, beni yaratmasından kırk sene evvel, benim yapmamı üzerime takdir buyurduğu bir işi yapmamdan dolayı, beni nasıl azarlayıp, kınayabiliyorsun!.. dedi. Rasûlullâh (aleyhisselâm) devam ediyor; “Böylece, Âdem, Musa’ya delil gücüyle galebe çaldı.” Şimdi burada kırk sene diyor. Buradaki kırk sene elbette bizim senelerimizle değil!.. “Melekler ve ruh, miktarı (size) elli bin sene gibi olan bir süreç içinde urûc ederler (hakikatlerindeki Allâh’a ermek için yöneliş süreci) O’na.” (70.Me’aric: 4) Âyetinde işaret edilen bir biçimde, “meleklerin” günüyle kırk sene olarak anlamak lazım... Yoksa bizim zaman boyutumuza göre değil! Ayrıca burada başka bir gerçeğe işaret ediliyor... Hz. Rasûlullâh burada önemli bir açıklama yapıyor... Şöyle ki... Âdem, Musa’ya diyor ki; “Benim yaratılmamdan şu kadar sene evvel üzerime takdir edilen bir işi yapmam dolayısıyla beni nasıl suçlarsın...” Eğer Âdem, bizim beşerî değer yargılarıyla bakışımıza göre kabul ettiğimiz bir biçimde, kendi bağımsız iradesiyle o fiili yapmış olsaydı; Âdem, kendi dileğiyle, Allâh’a rağmen, Allâh istemediği hâlde, kendi özgür iradesiyle o fiili yaptı der, Âdem’i suçlayabilirdik! Ama burada Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) diyor ki; “Âdem Rabbinin takdiri üzere böyle bir fiili ortaya koydu!.. Sen bunu bilmiyorsun...” Diyerek, bu sözüyle Âdem’in haklılığına işaret ediyor. Bununla bağlantılı bir hadîs-î şerîf var: “ALLÂH MAHLÛKATIN KADERLERİNİ GÖKLERİ VE YERİ YARATMAZDAN ELLİ BİN SENE EVVEL YAZMIŞTIR.” Yani, her varlığın, neyi yapmak üzere varoluşunu takdir eden, Allâh’tır. Yeryüzünde yaşayan tüm canlıların, gerek dış dünyalarında ve gerekse de iç dünyalarında karşılaştıkları her olayın “ALLÂH TAKDİRİ” ile meydana geldiği İslâm Dini’nin Kutsal Kitabı KUR’ÂN-I KERÎM’DE apaçık bir biçimde ve kesin bir dille açıklanır... İşte Hadiyd Sûresi 22 ve 23. âyetlerinin anlamı: “ARZDA (bedeninizde dış dünyanızda) VE NEFSLERİNİZDE (iç dünyanızda) SİZE İSÂBET EDEN HİÇBİR MUSÎBET YOKTUR Kİ, BİZİM ONU YARATMAMIZDAN ÖNCE, BİR KİTAPTA (ilim boyutunda oluşmuş) OLMASIN! MUHAKKAK Kİ BU ALLÂH ÜZERİNE ÇOK KOLAYDIR! (Bunu bildiriyoruz) Kİ ELİNİZDEN KAÇANA ÜZÜLMEYESİNİZ VE SİZE VERDİĞİ İLE DE SEVİNİP ŞIMARMAYASINIZ! ALLÂH ÇOK ÖVÜNEN KİBİRLİ HİÇBİR KİMSEYİ SEVMEZ!” (57.Hadiyd: 22-23) KUR’ÂN böylesine yalın ve kesin bir dille her şeyin “TAKDİR” olduğunu vurgularken... Rasûlullâh (aleyhisselâm)şimdi nakledeceğimiz açıklamalarında görüleceği gibi, net bir biçimde “kader”in “TAKDİR” olduğunu beyan ederken; basîret sahibi bir insan nasıl “KADER” olayını inkâr eder, oldukça hayret verici bir husustur! Bu konuda bilgilenmek isteyen Hz. Ömer radıyallâhu anh, bir gün Rasûlullâh Efendimizle otururken soruyor; - Yâ Rasûlullâh, yapmakta olduğumuz işin, şu anda oluşmakta olan, yani bir işin başlangıç hâli mi, yoksa önceden tamamlanmış, takdir olmuş bir iş mi olduğu hususunda ne buyuruyorsun?.. Burada Hz. Ömer’in sormak istediği husus şu: Yani biz, önceden hakkımızda takdir edilmiş olan, yazılmış, olmuş bitmiş bir işi mi yapmaktayız; yoksa, şu anda işler oluşup geliyor... Bizim hakkımızda böyle bir takdir yok; kendi bağımsız irademizle kendi gücümüzle, kendi varlığımızla mı bir şeyler meydana getiriyoruz?.. Rasûlullâh (aleyhisselâm) cevap veriyor; “Ey, Hattaboğlu önceden tamamlanmış olan bir işin üzerinesin!..” “Herkes kolaylıkla başaracaktır!.. Ne var ki, saadet ehli olan saadet işine çalışacak, şekavet ehlinden olan da şekavete yönelik fiiller meydana getirecektir!” Şimdi bakın burada vurgulanan husus apaçık!.. Bu beyan ile şu anda yapılagelmekte olan bütün işlerin önceden yazılmış, takdir edilmiş ve hatta oluşmuş olaylar olduğu açıklanmaktadır... Kim açıklıyor?.. Dini bize tebliğ eden Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)... Öyle ise bu kesin gerçeğe karşı çıkan biri, direkt olarak Dini tebliğ eden Rasûlullâh’a karşı çıkmış olacaktır! Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın “Kader”le ilgili açıklamalarını “İNSAN VE SIRLARI” isimli kitabımızın “Kader” bölümünde geniş bir biçimde sizlere naklettik. Ayrıca, “Kader” konusunun “Dua” ile bağlantısı, “duanın kaderi değiştirip değiştirmeyeceği” hususlarına da “DUA VE ZİKİR” isimli kitabımızda yer verdik. Bu iki kitaptaki iki bölüm; yani “İNSAN VE SIRLARI” kitabındaki “Kadere İman” bölümüyle, “DUA VE ZİKİR” kitabındaki “Kader ve Dua” bölümü, birbirini bütünleyen iki önemli bölümdür. Şimdi konulara yeterince açıklama getirmek üzere bazı hadislere daha değinelim. Ebu Hureyre’nin nakline göre Hz. Rasûlullâh şöyle buyurmuştur; “HER BİRİNDE HAYIR OLMAKLA BİRLİKTE ALLÂH’A GÖRE KUVVETLİ MÜMİN, ZAYIF MÜMİNDEN DAHA SEVİMLİ VE HAYIRLIDIR.” “SANA YARARLI OLAN ŞEYLER ÜZERİNDE HIRSLA ÇALIŞ. ALLÂH’TAN YARDIM İSTE VE ACZE DÜŞME.” “EĞER SANA BİR OLAY İSÂBET EDERSE; BU HOŞUNA GİTMEYEN OLAY DOLAYISIYLA, ‘KEŞKE BEN BÖYLE YAPMASAYDIM, BÖYLE OLURDU!’ DEME... ‘ALLÂH BÖYLE TAKDİR ETMİŞ O DİLEDİĞİNİ YAPAR’ DE... ZİRA KEŞKE KAVRAMI ŞEYTAN AMELİNE YOL AÇAR.” Şimdi dikkat ediniz, bu Rasûlullâh uyarısı, hayatımızın her döneminde, günün her anında, bize ışık tutması yön vermesi gereken bir işarettir. Pek çok olayda hemen şunu söyleriz... Keşke bunu yapmasaydım!.. Veya; keşke şunu yapsaydım da böyle olmasaydı! İşte Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) bu düşünceyi kesinlikle reddediyor!.. Diyor ki;
@dirilisvakti189
@dirilisvakti189 5 жыл бұрын
Imamı gazali buyurmuski ; bütün tasavvuf kitaplarını okusan bir mürşide tabı olmadikca tasavvufun 'T' ni anlaman mümkün değil. ALLAHA ulaşmayı dilemedikçede mürşide ihsanla tabii olman mümkün değil.
@necmettinozcan8519
@necmettinozcan8519 5 жыл бұрын
“Mülhime” Girdabı! bu sebebden dolayi!!. “Mülhime nefs” bilincinde karşılaşılan vartalar son derece önemli olduğu için, sık sık bu konu üzerinde duruyorum... Sayısız insan, Teklik temasının getirdiği anlayış içinde, tabiatla mücadele dediğimiz olayı terk etmek yüzünden, beden kabulüne dayanan fiiller içinde boğulmuştur... Teklik anlayışı, kesinkes, yaşam boyunca tabiatla mücadele ile birlikte sürdürülecek bir olaydır! Bu yüzdendir ki Rasûlullâh, eriştiği dereceye rağmen, yoğun ibadete vermiş kendini!.. Tabiatla mücadele yolunda yoğun çalışmalar yapmış... Şimdi, bilgi veya ilham yollu gelen düşünceler vehimle karışınca, iltibasa -ikileme- düşersin; senin içinde vesvese uyanır, dersin ki: “Benim varlığım Hakk’ın varlığıdır! Hakk’ın varlığı dışında da bir varlık yoktur! Öyleyse, tabiat diye bir şey de yoktur... Dolayısıyla, tabiatla mücadele de bu idraktan sonra söz konusu olmaz!” “Ben zaten Teklik görüşünün içinde olmama rağmen tabiatla mücadeleye kalktığım takdirde, kendimi bu beden kabul etmiş olurum! Ben kendimi bu beden kabul edip, onu kontrol altına almak için tabiatla mücadeleye girdiğim takdirde şirke düşmüş olurum...”!!! Bu anlattığım olay çok hassas bir olaydır! “Mutmainne nefs” bilincine yaklaşmış, evliyalık derecesine yaklaşmış, “velî” olacak kabiliyette birçok insan, buradan geri dönmüş; “Mülhime irfanı”yla dönmüş olduğu “Emmâre” batağında boğulmuştur! Sırf, açıklamaya çalıştığım bu ikilem yüzünden! Evet, burada birçok doğru var; doğrulardan geliniyor buraya... “Mâdemki benim varlığım Hakk’ın varlığıdır ve varlık da Tek’tir. Öyleyse Hakk’ın varlığı olan ben, bu beden değilim; eğer ben kendimi bu beden kabul edip, bedenin tabii arzularını sınırlamak için mücadeleye girersem, kendimi bu beden kabul etmiş olurum.” “Ben bu beden olmadığıma göre, bu bedenin davranışları da beni hiç ilgilendirmez. İster yesin içsin, isterse seks yapsın, ne yaparsa yapsın beni hiç ilgilendirmez” der, bu defa da bu bedenin istek ve arzularına yenik düşmek suretiyle neticede o Teklik yaşamından uzaklaşmış olursun! Oysa ki Teklik konusunu en güzel şekilde açan, yayan Muhyiddini Arabî de dâhil bu konunun bütün uzman kişileri, tabiatla mücadeleyi bütün yaşamları boyunca devam ettirmişlerdir... Çünkü, bu mücadelenin olmadığı anda bilinç, farkında olmadan kendini beden kabul etmek ve sadece onun isteklerine cevap vererek gerçek mertebesinden düşmek durumuyla karşılaşır... Bilinç, beyinden gelir, dikkat edin!.. Burayı hiç unutmayın!.. Mevcut olan bilinciniz, beynin eseri, beyin faaliyetinin eseridir. Beyin ne ile meşgûl olursa, bilinç o şekilde oluşur ve gelişir. Bu yüzdendir ki sen, Tekliği anlamana rağmen; ne zaman ki bedenin istek ve arzuları, içgüdüleri-dürtüleri istikametinde davranışlara girdin; o andan sonra da o beden istikametinde, bedenin çalışmalarıyla yaşam tarzı istikametinde; bir kişilik, bir düşünce, bir bilinç oluşacaktır sende. Böylece de Vahdet bilincinden mahrum bir hâle gelirsin. İşte bu nokta, bu yolda ilerlemiş sayısız kişiyi yolundan alıkoymuş; tam bulma, erme noktasına gelmişken her şeyini yitirme durumuna düşürmüştür. Öyleyse, özellikle bilincimizi, şartlanmaların getirdiği değer yargılarından korurken; saf bilincimizin sınırsız mânâlarını değerlendirme idrakına yükselirken, üzerinde duracağımız en önemli husus, bedenin tabiatına, biyokimyasal özelliklerine elden geldiğince tâbi olmamaktır
@mahfil34
@mahfil34 5 жыл бұрын
Ahmet Bey Cerrahî şeyhi olmuş, vaaz veriyor. Yakışmış, muvaffakiyet dilerim
@ask-iallahsukun-umutlak7887
@ask-iallahsukun-umutlak7887 5 жыл бұрын
Ee adam olacan koçum almayalım aklını
@necmettinozcan8519
@necmettinozcan8519 5 жыл бұрын
@@ask-iallahsukun-umutlak7887 “Akıllı odur ki, başa geleceği görür”!.. demişti bir zamanlar biri... Bilmiyorum hâlâ görebiliyor mu, başına gelecekleri... “Rüzgâr esmeye başladığı zaman yağmurun geleceğini anlarsınız değil mi?” diye sormuştu Hz. İsa, 2000 yıl öncesinde insanlara... Bilmiyorum, acaba fark edebilmiş mi bu gerçeği insanlar!.. Uyarıcılar her kisvede uyarırken insanları; ahmaklar hâlâ, her şeyin eskiden beri gelmekte olduğu gibi, devam edeceği sanısındalar! Geminin karaya çıktığını fark etmeden danslarına devam ediyorlar! Gök kararıyor; yer depreniyor; anlayışı kıtlar, saz çalıyor diyorlar! Kangrenin ilacı olmadığını bile öğrenmemişler; yalnızca cüzdan ya da seks için yaşayanlar! Toplum tüm kademeleriyle hak etti fırtınayı... Yanlışlarda ısrarla... Rüşvetle yaşamayı, ehil olmayanları başına seçmeyi sürdürmekle... Elbette kuru da yanacak yaşın yanında! Şimdi artık, ağlama sızlanma zamanı değil! Başını sokacak emin bir delik; kurtaracağın iman peşinde olmaya bak! Zira tüm âkiller seziyor, ya da görüyor başa gelecekleri! Bu gerçeği inkâr edenleri de, koy kendi hâline!.. Bulsunlar aradıklarını!.. Olmayacak arkalarından, ağlayanları!
@ask-iallahsukun-umutlak7887
@ask-iallahsukun-umutlak7887 5 жыл бұрын
@@necmettinozcan8519 Ne anlatıyorsun kardeşim
@necmettinozcan8519
@necmettinozcan8519 5 жыл бұрын
@@ask-iallahsukun-umutlak7887´a selam nedugunu bilmedigin Islami kardesim saygilar, isdedigin soruyu sorabilirsin, Ne Ahamim Ne Papazim Ne de Hocayim, Ilme merakli arastirmayi seven bir Allah kulu oldugumu saniyorum saygilar..
@ask-iallahsukun-umutlak7887
@ask-iallahsukun-umutlak7887 5 жыл бұрын
@@necmettinozcan8519 Bir tane sorum var mslümanmısın yoksa hristiyan mı
@lachinlachin300
@lachinlachin300 2 жыл бұрын
Şizofren ya bu ...boyle şeylərə inanan insanlar hala varmı
@nanelimonkabugu9916
@nanelimonkabugu9916 5 жыл бұрын
Yazık ya senin hayatına boşa yaşamışsın
@tuncayorkun1999
@tuncayorkun1999 5 жыл бұрын
Sayın Ahmet özhan tanınmış sanatçı,müzisyen ,onun hatırını kırmamak için şunu söylemiyorlar, müzik günahtır. Tasavvuf müziği bid at tır (Dine ibadet diye sokulan günahtır). Önce haline tövbe etsin. Müzik kahramanlık için olursa günah değildir, örneğin mehter marşı.
@ifakay
@ifakay 5 жыл бұрын
tüncay orkun mâlûmâtınızın kaynağı nedir acaba? Hangi ilmi hüviyetle mütâlâ beyan ediyorsunuz?
@tuncayorkun1999
@tuncayorkun1999 5 жыл бұрын
Resulullah (sav) efendimizin hadisi şeriflerinde geçiyor. Ehlisünnet müslüman 4 hak mezhep alimleri buna göre fetva vermiştir. İhlas yayınları Tam ilmihal seadeti ebeddiye kitabında bilgi verilmiştir. İnrenetten çalgı aletleri günahmıdır ,hadisi şerifler arayınız. Ayrıca internetten Cübbeli Ahmet hoca çalgı müzik harammıdır arayınız videosu geliyor.
@ifakay
@ifakay 5 жыл бұрын
mış gibiyle ilim olmaz. Allah ve Resulünün haram veya günah demediğine kimse haram veya günah diyemez!... İslam'da ibaha esastır. Bu bir kaidedir. Ona buna ikide bir haram diyenler vebal altına giriyorlar. Efendimiz'in hadis-i şeriflerini okumanın bir usulü vardır. Hadis var deyip geçilemez. Sebeb-i vürudunu bilmek lazım. Kime söylemiş, ne zaman söylemiş? Hangi hadise üzerine söylemiş?... Müzik dinlemeyiniz diye bir emir görmedik. Hatta bilakis bir düğüne "çalgıcı" gönderttiği vakidir. Aişe-i sıddıka validemiz efendimiz hazretlerinin Resûl-i kibriya efendimiz'in mübarek omuzlarına başlarını yaslayıp müzikli bir oyunu seyrettiği hadisesi de vakidir. Ayrıca günah çok genel bir kavramdır. Eğer nefsin hoşuna gidiyorsa, bu hoşlanma insanda Allah ve Resulünün buyruklarına karşı gevşekliğe vesile oluyorsa bu nefsanilikle müzik dinlemek günahtır. Alimlerin söylediği de budur. Yok eğer dinlediğiniz müzik / musiki insanlara hizmet, Hakk'a kulluk noktasında insanı gayrete getiriyorsa bu bilakis mübahtır. Tabi nefs ve gönül farkını anlayabilmiş kimseler için caizdir. Müzik nedir, tanımına iyi bakmak lazım. Kainat bir musikidir. Kur'an musuki ile okunur. Musiki aletleri insan lisanını taklit eder. Aletin haramı helali olmaz. Kullananan göre ve kullanıldığı işe göre değişir. Barda diskoda nefsin için kullanıdığın aletinde, söylediğin sözlerin de, yaptığın fiilin de hesabını sorarlar. Bahsettiğiniz mezhep imamlarının men etmesi de bununla alakalıdır. Musiki gibi nefsaniyete kayması muhtemel kimseler içindir. Zat itibariyle haram ve günah değildir. Bir çok büyük velinin Musiki üzerine risalesi vardır. Nutk-u şerifler, duraklar, kasideler, ilahiler vardır ve bunlar musiki formlarıyla okunur. Bu konuyla ilgili geniş bilgiyi Süleyman Uludağ hocanın İslam Dininde Musiki ve Sema kitabına bakabilirsiniz. Cübbeli Ahmet denen kimse alim değildir. Malumatfuruş, mukallit bir kimsedir. Her bilgiyi her yerde söyleyen / konuşan adama âlim denmez.
@tuncayorkun1999
@tuncayorkun1999 5 жыл бұрын
Nereden çıkarıyorsunuz,Resulullah (sav) efendimiz bir düğüne çalgıcı göndermiş, hazreti Ayşe nin (Radıyalluhu anh) efendimizin omuzlarına başını koyup müzikli oyun izlediğini / Eğer böyle hadisi şerifler olsaydı Buhari ,müslim gibi sahih hadisi şerif rivayet edenlerde olurdu. . Resulullah (sav ) efendimiz def ve davul çalmak bile haramdır demiştir ,ama düğünlerde ve dini bayramlarda kadınların ve çocukların kapalı bir yerde ,def ,davul gibi yalnız vurmalı çalgılar çalıp oynamasına izin vermiştir. Bu yüzden def ve davul gibi vurmalı çalgılar, yalnız çalınırsa haram değildir. Müzik çalgılarıyla birlikte def ve davul çalınırsa haramdır diye fetva verilmiştir. Alim olarak Mevlana hazretleri müzik çalar dönerdi talebeleride öyledir derler :O da yalan tarihtir. Mevlana (Rahmetullahi aleyh) müzik çalmadı dönmedi talebelerine de müsaade etmezdi. 12inci yüzyılda yaşadı. Sonradan 15inci yüzyıldan sonra onun olduğu dergahta sapıtanlar yer etti. çalmaya dönmeye başladılar. Sonradan gelenler . Mevlana ve talebeleri böyle yapıyor sandılar. Mevlana nın bazı sözleri yanlış anlaşılır. Ney demesi çalgı aleti çaldığı için değil , ney içi boş olduğu için bizim içimiz boş demek istemiştir. Aşk şarabından içeriz demesi gerçek şarap değildi. Allah (cc) aşkından sarhoş oluruz demek istemiştir.İhlas yayınları evliyalar ansiklopedisi ve ihlas yayınları tam ilmihal ebeddiye de bu konular geçer.
@hakanozdemir9071
@hakanozdemir9071 5 жыл бұрын
Boş konuşuyorsun. Millete günah sevap satma. Kendini bak boşver. Ahmet Özhan dediğin adam seyittir, hacıdır, derviştir, cerrahi tarikatindedir daha neler neler emin ol senden daha çok ameli vardır o günah olup olmadığını senden iyi bilir merak etme ibadetlerini aksatmayan hayatını ömrünü Allah ı aramaya adamış bir insan müzikle uğraşıyorsa ve bunun ayarını biliyorsa bunun nesi günah.
Büyük Sorular - 17 Kasım 2019 (Tasavvufun İslam'daki yeri ne?)
1:44:47
DAD LEFT HIS OLD SOCKS ON THE COUCH…😱😂
00:24
JULI_PROETO
Рет қаралды 15 МЛН
Задержи дыхание дольше всех!
00:42
Аришнев
Рет қаралды 2,4 МЛН
Happy 4th of July 😂
00:12
Alyssa's Ways
Рет қаралды 68 МЛН
UYAP E-Satış İhalesine Teklif Nasıl Verilir? #5
6:36
İhale Bana Kaldı
Рет қаралды 4,9 М.
Tanrı | Bilim Tartışması - Caner Taslaman Vs Ali Nesin
54:43
Cüneyt Özdemir
Рет қаралды 1,2 МЛН
Sana anlatılan "DÎN'i" yavaşça kenara koy ve DİN'le ki DİN'lenesin.
9:35
YAR KAPISI - AHMET ÖZHAN
Рет қаралды 23 М.
DAD LEFT HIS OLD SOCKS ON THE COUCH…😱😂
00:24
JULI_PROETO
Рет қаралды 15 МЛН