Рет қаралды 144,809
100 ÜLKEDE 100 TÜRKÜ ÇIĞIRMAK
YAZI ÖNCEKİ PAYLAŞIMIN DEVAMIDIR
...İçeri girdim. Taka, soğuk bir ses tonuyla evin kurallarını sıralamaya başladı:
"Sakın duvarlara dokunma!"
Daracık koridoru, çantamın duvarlara sürtmemesi için, ip üzerinde yürüyen bir cambazın tedirginliğiyle geçtim. Yatacağım odayı gösterdi. Köşede, kartonlar seriliydi ve yalıtımsız pencere üzerinde tutuşturulan perdeyi soğuk rüzgar havaladırıyordu.
"Eşyalarını kartonun üzerine koy. Sakın halıların üzerine koyma."
Çantamı kartonun üzerine bıraktım; fakat onun içi rahat etmedi, çantayı sağa sola çekiştirdikten sonra, benim koymuş olduğum yerin uygun olduğuna karar verip yerini değiştirmekten vazgeçti. Duvardaki klimayı işaret ederek:
"Bunu açmayacaksın, ısınmadan da hayatta kalabiliriz, insanoğlunun konfora düşkünlüğü yüzünden doğanın bütün kaynakları tükendi." dedi.
"Haklısın." diye onayladım.
Banyoya geçti. Onu takip ettim:
"Duş alırken kesinlikle bana haber vereceksin. Öncesinde suyu ısıtacağım. Birlikte duş alacağız." dedi.
Banyo fıskiyesini işaret ederek:
"Bunu kesinlikle kullanmayacaksın. Bir kova, bizim duş almamız için yeterli."
Bu tuhaf adam, yolculuğumun bütün zorlu şartlarında kapıldığım düşünceyi tekrar uyandırmıştı: Beni bütün bu olanlara katlanmak zorunda bırakan dürtü neydi? Doğanın kaynaklarını tutumlu kullanma noktasındaki duyarlılığına hayran kalmıştım; fakat birlikte duş almak istemesi neyin nesiydi?
Oturma odasına geçtik. Taka, çalışma masasına sırtı dönük, döner sandalyede oturdu. Bense, odanın tam ortasında, tataminin (Japon halısı) üzerinde bağdaş kurup oturdum. Önümde ahşap bir sehpa, üzerinde ise serili bir havlu ve çömlek bardakta ikram edilen yeşil çay vardı.
Taka, bir çok alanda kendini yetiştirmiş, konuştuğunda ondaki entelektüel derinliğin hemen fark edildiği, elli sekiz yaşında bir Japondu. Mimarlık üzerine eğitim almıştı, fakat şimdi sadece mimarî projelerin tercümesini yapıyordu.
"Japonya gibi bir yerde, mesai saatlerine bağlı kalmadan evimin konforunda çalışıyor olduğum için şanslıyım." diyordu. Evin katı kurallarını ve onun soğuk tavırlarını çoktan unutmuş, ardı ardına şimdi ona sorular soruyordum:
"İlâhiyat fakültesinde bile, hocalarımız, bize Şintoistlerin doğaya taptığını öğrettiler. Sizler doğaya mı tapıyorsunuz?"
"Sen her şeyi tek bir Tanrı'ya dayandıran bir kültürden geldin; dolayısıyla Şintoizm felsefesini anlayamazsın." dedi.
Sorularıma cevap verirken, tavırlarında küçümseyici bir hava vardı:
"Bizim Tanrı tasavvurumuz, sizinkisi gibi antropomorfist bir Tanrı tasavvuru değildir.
Doğa, bir Tanrı olmamakla birlikte bizim yaratıcımızdır."
Pencereden dışarıyı işaret ederek:
"Japonya'da doğanın tertemiz olmasının sebebi bu anlayıştan gelmektedir." dedi.
Göğsünü gere gere bunu söylemişti. Masaya dokunarak:
"Şüphesiz bu, bir Tanrı değildir; fakat Tanrı'nın bir parçası ve varlık sebebimizin halkalarından bir tanesidir. Bu yüzden bir Japon, eşyayı asla incitmez." dedi.
Haklıydı. Japonlar, dünyanın doğayla en uyumlu yaşayan milletiydi. Yaratıcı bir doğa tarafından kuşatıldıklarına ve her an bu doğayla bir alışveriş halinde olduklarına inanıyorlardı. Onların dürüstlüğü ve nezaketi buradan gelmekteydi. Taka konuştukça, sahip olduğumuz din ve Tanrı anlayışının, akdeniz havzası medeniyetinin bir ürünü olduğunu, insanı ve evreni anlamanın, yorumlamanın ve anlamlandırmanın daha nice yolunun olduğunun farkına varıyordum. Tanrısız bir din; dinsiz bir Tanrı, mümkündü veya her ikisi olmadan, sadece bizi var eden doğaya minnet duyarak da modern dünyanın en erdemli medeniyetini kurmak pekâlâ mümkündü.
SON